VAROL ÖNCEL
1940’lı yılların sonları, 50’li yılların başlarında Buldan ile Güllü arasında geçen çocukluk yıllarımızdı… Aylardan Ağustos… Hava güneşli, pırıl pırıl gökyüzünde tek bir bulut bile yok. Ancak öğle üzeri civarında hava birden karardı. Adeta güneş tutulması vardı. Göğe doğru baktığımızda tüm aile efradı şaştık kaldık… Milyonlarca çekirge sürü halinde uçuyor, kondukları ekin tarlasını on beş dakikada tüketip geriye tek bir çöp bile bırakmıyorlardı! Bu öylesine bir tahribattı ki tarlasına çekirge sürüsü gelenlerin o yıl hiç ekinleri olamadı. Sonraki yıllarımda öğrendiğime göre hayvanlar âleminde en kalabalık sürüler, çekirge sürüleri olurmuş. Ki sayıları bazen 900 milyonu bulurmuş. Böyle dev bir sürü, Afrika’da tespit edilmiş. Hatta İncil’de bile böyle sürülerden bahsediliyormuş.
GİZEMLİ KORNA
Çocukluk yıllarımdan unutamadığım bir anım da traktörümüzle ilgilidir. Güllü köyünde arazilerimizi işlemek amacıyla Fordson marka bir traktörümüz, bir biçerdöverimiz, süt ayrıştırma makinamız ve daha başka bir takım zirai araçlarımız vardı. Bu araçlar kullanılmadıkları zamanlarda, evin önündeki iki dönüm civarındaki avluda, iki yüz baş koyun ve iki yüz baş keçiyle beraber dururdu. Traktörümüzün kornası, direksiyonun hemen önünde gövdenin üzerinde bulunurdu. Derken bir gece yarısı, traktörün kornası aniden ötmeye başladı. Babam, gecenin sessizliğini delen bu korna sesini duyar duymaz hırsız geldi endişesiyle derhal tabancasını alıp telaşla avluya fırladı. Çiftliğimizin seyisi de tüfeğini alarak onun peşinden gitti. Babam bizlere odadan çıkmamamız konusunda sıkı sıkı tembihte bulundu. Bizler dışarı çıkmasak da içerde korkudan tir tir titriyorduk. Babamlar avlu, ahır, ambar depoları dâhil her yere baktılar. Ama bir hırsız izine rastlanmadı. Herhangi bir alet de çalınmış değildi. Bu olay bir muamma olarak kaldı. Aradan bir hafta geçti… Aynı traktör kornası, gece yarısı yine çalmaya başlayınca heyecanlı ve korkulu dakikaları tekrar yaşadık. Sonuç yine aynıydı: Ne hırsız vardı, ne de hırsızlık… Bu korna olayı birkaç defa daha tekrarlandı. Haliyle “acaba bu işi muzip bir komşu mu yapıyor” diye yorumlar yapıldı. Ama gerçeğin bundan çok farklı olduğu en sonunda meydana çıktı. Yine bir gece malum korna çalmaya başlayınca babam, annem ve çalışanlar silahlarıyla avluya fırladılar. Olayın faili, sonunda suç mahallinde görülmüştü. Traktörün üstünden aşağı atlarken görülen ne bir hırsızdı, ne de muzip bir komşu… Kornayı çalan, çiftliğimizin hayvanlarından olan “Sarı Keçi” idi! Gizemli suçlu nihayet tespit edilmiş, olay bir şekilde çözülmüştü. Meğerse Sarı Keçi motorun sıcaklığından yararlanmak için gece karanlığında, sessizce traktörün üstüne çıkıp bir güzel kaportaya yatıyormuş. Ama kornaya temas edince birden korna çalmaya başlıyormuş haliyle. Tabii kendisinin sebep olduğu yüksek korna sesini duyunca o da korkup aşağıya atlıyormuş! İşte olayın aslı esası buymuş.
SARI KEÇİ
Bizi haftalarca uykusuz bırakıp ürküten bu keçinin kıllarının sarımsı olmasından dolayı “Sarı keçi” diye çağrılırdı. Sarı Keçi’nin yapmadığı muzırlık yoktu neredeyse. Örneğin Sarı Keçi, bütün sürü otlamaya gidip gelirken çobanların uyarılarını hiç dikkate almaz, yol kenarındaki ekili arazilere birden dalıverirdi. Bu yaramazlığı nedeniyle en sonunda sopayla kovalansa bile yine uslu durmaz, bir iki dakika sonra tekrar “ziyana girerdi”. (Köyde ekili tarlaya giren hayvanlar için “ziyana girme” tabiri kullanılırdı). Keçi-koyun sürüleri otlamaktan dönerken, köyün alt yanındaki devamlı akan üç çeşmenin yalaklarından su içerdi. Ne var ki bizim yaramaz Sarı Keçi suyu o yalaklardan değil kurnadan içerdi! Sürü geceyi avluda dinlenerek geçirir, ikindiye doğru sütleri sağılmaya başlardı. Biz de abilerimle birlikte her keçiyi tutar, sütü sağan kişinin önüne getirirdik. Sağılma bitince sıra bir sonrakine gelirdi. Yakaladığımız keçiler genellikle fazla zorluk çıkarmadan sağılmaya gelirlerdi. Fakat bu sarı keçiyi yakalamak başlı başına bir olaydı! Bizi, yani üç kardeşi dakikalarca peşinden koştururdu. Hepimiz kan ter içinde kalırdık ama yine de en sonunda onu yakalayıp sütünü sağdırırdık. Süt sağma demişken… Annemin süt sağmasıyla yardımcıların sağması arasında bir kova dolusu fark olurdu. Bunun sebebini annem bize şöyle anlatmıştı: Hayvanlar sütlerinin sağılmasının son anlarında yavrularına saklamak amacıyla sütlerinin bir kısmını memelerinde tutmaya çalışırlarmış. Ama bunu ancak kısa bir süre tutabilirlermiş. Sütün gelmesi kesildikten sonra bir süre bekleyip tekrar sağmayı deneyen bu sütü de elde edermiş. Amma bitti diye düşünüp bırakan bu fazladan sütü alamazmış. İşte bu bir kova dolusu fark buradan geliyormuş. Ailenin çocukları olarak koyunlarla, keçilerle hep yan yanaydık. Şenol ağabeyim çobanların gelemediği bazı günlerde keçileri gütmeye (otlatmaya) giderdi. Dünyada en zor işlerden birinin keçi gütmek olduğunu söyler dururdu… Herhalde keçilerin inadı abime biraz bulaşmış olsa gerek, bazen inat damarı tutardı. Biz de kendisine bu “keçi inadı” nedeniyle takılıp onu biraz kızdırırdık.
HAYVANLARIMIZ VE BİZ
Evimiz eskiden Buldan’a bağlı olan Güllü köyünde yapılmış ilk kiremit çatılı evlerin belki de birincisiydi. Köy evleri genellikle yerden seksen santim taş örme üstü kerpiç olarak bina edilen; çatısı topraktan olan bir veya iki katlı dam evlerdi. Evlerin yanlarında ahırlar bulunurdu ki bu ahırların büyüklüğü o ailenin sahip olduğu büyükbaş - küçükbaş hayvan sayısına göreydi. Öküzler, inekler ve atlar bir bölümde, keçiler koyunlar başka bir bölümde, kuzu ve oğlaklar da başka bir bölümde tutulurdu. Öğle üzeri koyun ve keçilerin sütleri sağıldıktan sonra kuzular ve oğlaklar bulundukları yerin kapıları açıldığında bir ok gibi fırlayıp her biri doğruca annelerine koşarlardı. Bazen annesini karıştıranlar olursa da yavrusunu kokusundan tanıyan koyunlar bu yabancı yavruyu hemen başıyla iterek emmesine müsaade etmezdi. Kısa zamanda hepsi doğru adrese ulaşır, annelerinde kalan sütleri iştahla emmeye başlarlardı. Bu buluşma sahnesini anlatmaya kelimeler yetmez, o anı bizzat izleyip yaşamak lazım. Her evin en değerli varlığı, iki baş öküzdü muhakkak. Zira bir çift öküzü, bir at veya eşeği olmayanın çiftçilik yapması olanaksızdı. Tabi bir de o dönemin Mercedes’i sayılan kağnı arabası, olmazsa olmazların başında gelirdi. Demir çember içerisindeki yaklaşık bir metrelik ahşap tekerlekler sert bir ağaçla birbirine bağlanır, üst gövde bu eksenin üzerine oturtulurdu. Gövdesi aşağı yukarı üç metre boyunda olan kağnıya öküzler koşulurdu. Üzerine yük vurulduğunda kağnıdan müthiş bir sürtünme sesi çıkardı ki buna “kağnı gıcırdaması” denirdi. Her kağnının gıcırdaması farklı olduğu için bu sesi tanıyanlar uzaktan kimin kağnısının geldiğini bilirlerdi. Bu sesin çok çıkması için de gövde ile tekerlek ekseninin temas ettiği yere gazyağı dökülüp üzerine kömür tozu serpilirdi.
ANNEMİN ATTAN DÜŞMESİ
O yıllarda at çok değerli bir ulaşım aracıydı ve köyde sayılı aile at sahibiydi. Bizim de üç atımız vardı. Babamın binek atının adı Derviş idi. Kır bir attı. Munis olmasından dolayı arada bir Şenol ağabeyimin terkisinde kırlarda dolaşırdık. Gerçi Derviş hızlandığında ben biraz korkardım çünkü daha altı yaşlarındaydım. Ama Derviş’in çok güzel bir özelliği vardı: İnecekmiş gibi bir ayağını üzengiden hafifçe çıkarınca hemen kendiliğinden yavaşlardı. Derviş’i Güllü ve civar köylerde geçen bir at yoktu; ne de olsa “Naci Ağa”nın atıydı. Bir gün Aşağı Çeşmebaşı köyünde davetli olduğumuz bir düğüne gittik. O dönemde düğünler üç gün devam ederdi. Kazanlarla yemekler hazırlanır; düğünlerin başyemeği olan keşkek kaynatılır; davul zurna eşliğinde zeybekler oynanır; halaylar çekilirdi. En heyecanlısı da cirit oyunuydu tabii. Babam çok güzel zeybek ve cirit oynardı. Annem ise mükemmel at binerdi. İşte gittiğimiz o düğünün son gününde cirit oyunu bittikten sonra Güllü’ye dönmek üzere atlara binme zamanı geldi. Babam anneme “Derviş ciritte yoruldu, sen ona bin, ben de diğer ata bineyim” dedi. Babamın bu tercihindeki gayesi, Derviş’in daha hafif bir biniciyle yolculuk yapıp bir nebze de olsa hafiflemesiydi. Annem de babamın teklifine “peki” deyip Derviş’e bindi. Binerken üç yaşındaki kardeşim Erol’u da kucağına aldı. Annem daha atın gemini tutmamıştı ki babam kendi atına binerken “hooop” diye seslendi. Oysa bu kelime babamla Derviş arasındaki özel bir parolaydı. Derviş bu kelimeyi duyar duymaz dörtnala fırlardı! Nitekim Derviş üzerinde annem ve kucağında küçük kardeşimle birlikte yıldırım gibi koşup bir anda gözden kayboldu. Annemi ancak uzun zaman sonra arayıp buldular. İyi bir binici olmasına rağmen dizginleri eline alamadığı için mecburen Derviş’in yelesine tutunmuş. Hâlbuki at yelesinden çekilince daha da hızlanır. En nihayetinde annem ağaç dallarına çarpmamak için kendini kucağındaki Erol’la birlikte yere atmış. Evladını kollamak içgüdüsüyle omuzunun üzerine düştüğünden sol omuz kemiği kırılmıştı. Canım anam, ilkel şartlar altında uzun bir zaman omuzunun iyileşmesinin acılarını çekti. Onlar zor koşulların fedakâr kadınlarıydı. Hepsi nur içinde yatsınlar…