VAROL ÖNCEL
1940’li ve 50’li yılların Buldan’ında ve civar beldelerde az sayıda otomobil, kamyon, traktör olsa da atlar gündelik hayatta hala önemini koruyordu. Haliyle bizim de atlarımız vardı. Üç atımızın ikisi “koşum” atlarıydı. Hizmet veren atlar arabaya koşulurlar, yük taşırlar, düven sürme, tarla sürme vs. işlerde kullanılırlardı. Bizim traktörümüz olduğu için koşum atlarımıza pek fazla iş düşmezdi gerçi. Ancak yine de traktörün ulaşamadığı yerlerde hizmet verirlerdi. Çiftliğimizde atları çok seven Afyonlu bir seyisimiz vardı. Seyis, bizim koşum atlarına o kadar güzel baktı ki ‘benim’ diyen binek atları onlarla boy ölçüşemez olmuştu. Hani bir deyim vardır “arpası fazla geldi” diye… İşte durum aynen öyleydi. Bizim koşum atları öyle coştular ki onları sulamaya getirip götürmek bile mesele haline geldi. Öyle ki bu iş neredeyse bir yiğitlik yarışına dönüştü. Her gün bir başka delikanlı şansını deniyordu. Ancak kim götürdüyse atları elinden kaçırıyordu. Başol abim bu tür işlerde pek de becerikli sayılmazdı. Ama yine de cesaret gösterip bu zorlu göreve talip oldu. Atın birinin çıplak sırtına bindi, diğerinin de yularından çekerek köyün çeşmelerine gitti. Dönüş yolunda atlar bir coşmuşlar ki; son sürat eve doğru koşuyorlar. Tam o sırada köyün müşterek hayvan sürüleri otlamadan dönmekte… Abim ve atlar onların aralarından çok büyük tehlikeler atlatarak eve geldiler. Geldiler gelmesine de atlar o hızla, hiç durmadan ahırın açık olan kapısına yöneldiler. Kapı pek yüksek değildi. Allah’tan at üstündeki abim iyice yana yatarak başını kapıya çarpmaktan kurtardı. Ne var ki sırtını kurtaramadı. Kapının pervazı abimin sırtının derisini adeta yüzdü. Sırtındaki yaralar nedeniyle haftalarca ıstırap içinde kıvrandı durdu. Ben bu olaya birkaç arkadaşımla avluda oynarken tesadüfen tanık olmuştum. Gördüklerim bizleri çok korkutmuştu. Bu nedenle uzun zaman o atlardan hep uzak durdum.
KAZIK OYUNU
Bizim çocukluk yıllarımızda şimdiki gibi çeşit çeşit oyuncaklar yoktu tabii ki. Oyunlarımız hemen her zaman açık havada oynanırdı. Bahar geldiğinde ekinler, çimenler yemyeşil olur; papatyalar, gelincikler ve türlü çeşit kır çiçekleri açardı. Her tarafta doğadan güzel kokular yayılırken çocuklar da kendi yaş gurupları arasında oyunlar oynardı. Bunlardan biri de “kazık oyunu” idi. Bu oyun, aşağı yukarı beş altı santim kalınlığında, otuz-elli santim boyundaki meşe odunu parçalarıyla oynanırdı. Seçilen odunların bir ucu iyice sivriltilir, her oyuncunun en az beş altı kazığı olurdu. Çekilen kurayı kaybeden, kazığının birini yere saplar, sıradaki oyuncu ise kendi kazığını saplarken yerdeki kazığı düşürmeye çalışırdı. Eğer başarılı olursa yere düşürdüğü kazık onun olurdu. Oyun böylece devam eder, sonunda en çok kazığa sahip olan birinciliğe ulaşırdı. Yine bir gün Güllü köyünde böyle bir kazık oyunu oynuyorduk. Benim elimde farklı bir kazık vardı. Bu, üzüm asmasının büyüme çağında bağlanan asma çubuğuydu. Uzunluğu da yetmiş santim civarındaydı. Ben yere saplayayım derken -uzun olmasından mıdır nedir- kazığımı çimen yerine sol ayağımın kaval kemiğine sapladım! Bacağıma saplanan kazığın kemiğimi deldiği görülüyordu. O güne kadar böyle bir acı yaşamamıştım. Evle de aramız epeyce uzaktı. O mesafeyi yerlerde sürünerek geçip eve ulaştığımda bende takat kalmamıştı. Anacığım hemen beni kucağına aldı; yaramı sarıp sarmaladı. Köylerde sağlık hizmeti veren bir uzman görevli olmadığından her işinizi kendiniz halletmek durumundaydınız. Zira Buldan’a atla gitmek saatler alırdı.
TATLI SERT EĞİTİM
Eski zamanlarda aile terbiyesi eğitimin temelini oluştururdu. Zira çocuklar daha okul çağına gelmeden önce pek çok işi üstlenmek durumundaydı. Elbette bu işleri düzgün yapmak gerekliydi. Örneğin köye gittiğimiz zaman suyumuzu evimize yetmiş metre mesafedeki kuyudan kovalarla veya tenekelerle taşırdık. İçine baktığında simsiyah göründüğünden mi bilmem adı da “Karakuyu” idi. Herhalde yedi-sekiz metre derinliği vardı. Bazen bu kuyudan su çekmeye gelenler gelen çok olduğunda mecburen sıra beklerdik. Bir gün kardeşim Erol’la kuyudan eve su taşırken yolda kavgaya tutuştuk. Aslında aramızda iki yaş fark olmasına rağmen genelde pek kavga etmezdik. Nedense o gün birbirimize iyice kızmış olmalıyız ki sokakta herkesin önünde kavga etmişiz. Tabii bu durum babamı çok kızdırmıştı. O yıllarda haylazlık veya edepsizlik genellikle anne babalar tarafından dayakla cezalandırılırdı. Kardeşim ve ben, sokak ortasında birbirimizle kavga ettiğimiz için babamdan temiz bir ceza aldık. Ben galiba yaşça daha büyük olduğum için cezanın da büyüğünü aldım. Babamdan hayatımda yediğim ilk dayak buydu. Bir de yıllar sonra İzmir’deyken “okumak istemiyorum” dediğimde babamdan yediğim dayakları unutamıyorum. Aslında Babam bizlere arkadaş gibi davranırdı. Çok sevgi dolu bir insandı. Hatta evimize gelirken bile “Gel, gel aman gelişine / Gül, gül aman gülüşüne” türküsünü söylerdi. Bu “hem severim, hem döverim” durumu annelerimiz için de geçerliydi. Annem de sevecen olmasına karşın pek çok zaman otoriter davranmak durumunda kalırdı. Zira evin bütün yükü annemin omuzlarındaydı… Çobanların azıkları, tarlalarda çalışan ırgatların yemekleri; koyunların, keçilerin sağılma işlemleri. Bütün bunların köyün zor koşulları ve imkânsızlıklar içinde yerine getirilmeye çalışılması annemin tahammül gücünü epey zorluyordu. Boşuna dememişler “yuvayı dişi kuş yapar” diye… Dolayısıyla çocukların söz dinlememesi bazen sert şekilde cezalandırılabilirdi. Ama yine de zor zamanlarda onun şefkatini daima hissederdik. Annelik sevgisi eninde sonunda kendini belli ederdi.
ANNE KUŞ
Çocukluk yıllarımda bende çok iz bırakan olaylardan birisi de Paşa Mehmet’in kahvesinin önünde yaşanmıştır. Burada büyükçe bir çardak bulunurdu. Sıcak bir yaz gününde, tarladan gelen köylüler üstünü asmaların kapladığın bu çardağın tatlı gölgesinde oturmuş sohbet ediyorlar. Asmadaki üzümler korukluktan kararamaya başlamış… Gölge altında dinlenip yarenlik ediliyor; tavla, domino gibi oyunlar oynanıyor. Asma yaprakların aralarındaki kuş yuvalarında yumurtalarından çıkmış minik yavru kuşlar, adeta cıvıl cıvıl bir koro… Derken Babamın ve birçok köylünün orada olduğu bir anda bir kırlangıç oyun oynayanların masalarına ani dalışlar yapıyor! Sesler çıkartarak üst üste bu hareketi yapıp yuvasına doğru uçarak çardakta oturanların dikkatini çekmeye; yardım beklediğini anlatmaya çalışıyor. Ve bunda da başarılı oluyor… Çardağın altında etrafında oturanlar kırlangıcı takip ettiklerinde henüz yeni tüylenmeye başlayan yavruları yemek üzere yuvaya doğru ilerleyen büyükçe bir yılanı fark ediyorlar. Bir köylü hemen koşup kahvede bulunan tüfeğini kapıp geliyor. Tam yılana ateş edecekken oradakilerden birisi “yılanla yuva arasında daha mesafe var; bakalım neler olacak, biraz bekleyelim” diyor. Anne kırlangıç feryatlarına devam edip insanların başlarına değercesine yardım çağrılarını daha da artırıyor. Yılan ise kalabalığın bakışlarından ürkerek hareketlerini iyice yavaşlatıyor. Anne kırlangıç, yardım çağrılarından sonuç alamayınca bir an ortadan kayboluyor. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra yeniden beliren anne kırlangıç, yılanın ağzına doğru pike yapıyor; yılanın ağzına girip çıkıyor. Koca yılan bulunduğu yerden pat asmadan yere düşüyor. Kahvedekiler kıvranan yılanın ağzına baktıklarında ne görsünler… Yılanın ağzında kocaman bir eşek arısı! Oradakiler bu olay karşısında şaşkınlık içinde donup kalıyorlar. Bir annenin yavrularını korumak adına neler yapabileceğinin canlı şahidi oluyorlar. Bu olayı yıllar boyunca pek çok defa anlatmışımdır. Çünkü dünyada annelerin çocukları için yapacakları fedakârlığın boyutlarını gösteren çok güzel bir örnektir. Umarım bu sıra dışı olayın anlattığım herkes, gereken dersi çıkarmıştır. Annelerin hakkı ödenmez.