VAROL ÖNCEL
Benim çocukluk yıllarımda, yani 1940’larda, Buldan çevresindeki köyler pek çok yeniliğe şahit olmuştur. Hiç unutmam böyle ilklerden biri de radyo konusunda olmuştu. Babam, Güllü’deki evimizin çatısına cereyan üreten bir pervane monte ettirmişti. Rüzgârla dönen pervane akülere şarj edip cereyan dolduruyor geceleri evimizi aydınlatıyordu. Belki de o yıllarda Türkiye’nin birçok kasabasında henüz elektrik yokken bizim evimizde 1946 yılında elektrik vardı. Elbette bizler bu açıdan çok şanslıydık. Günün birinde babam İzmir’den elinde kocaman bir kutuyla döndü. Hepimiz merakla başına toplandık içinde ne var diye… Meğer kutunun içindeki bir radyoymuş. Tabii tüm ev halkı olarak çok sevindik. Elbette yalnız biz değil bütün köy halkı da çok sevindi zira köye gelen ilk radyo idi. Ağabeylerim sofanın duvarına tavana yakın bir yere bir raf üstüne radyoyu monte ettiler. 8 lambalı, kocaman kasalı Luxor marka bir radyoydu. Evimizin ön cephesi köye doğru açık olduğundan ses köyün içlerine kadar ulaşırdı. Radyonun çalıştığı o ilk günde bizim evin sofasına kadın-erkek, çoluk-çocuk doluşan herkes, radyoda hep türkü çalmasını istiyorlardı. Üstelik beklentileri radyonun köylü ağzıyla hava çığırmasıydı! Şenol ağabeyim yeni bir istasyonda türkü bulmaya çalışırken bu eylemin nasıl olduğunu sorduklarında ağabeyim radyonun içersinde küçük küçük insanların olduğunu, onlara talimatlar verip türküler söylettiğini anlatırdı! Tabii birçoğu bunun şaka olduğunun farkında dahi değildi. Radyo, onlar için öylesine şaşırtıcı bir yenilikti ki, verilecek her bilgiye açıktılar adeta.
Paşa Mehmet’in radyosu
Bir yıl sonra Paşa Mehmet de kahvesine bir radyo satın aldı. Tabii bütün köylüler onun kahvesine gitmeye başladılar. Diğer kahve sahipleri kısa zamanda müşterilerini kaybetmeye başlayınca, çaresiz onlar da zamanla birer radyo aldılar. Paşa Mehmet, çok iyi niyetli, kibar bir insandı ama bazı saf yanları da vardı. Bir gün radyosu arızalandı. Başol ve Şenol ağabeylerim teknik konularında hayli bilgili olduğu için onlardan yardım istedi. Radyo kahvede bir masanın üstünde tamir edilmeye başlandı. Parçalarının birçoğu yerinden çıkarıldı. Ne var ki yerine tekrar monte edildiğinde, bu parçalardan bir parça arttı. İşin garibi o parçayı nereye koyacaklarını bir türlü bulamıyorlardı. Tamir uzadıkça uzuyordu… Kahvedekiler de masanın çevresinde toplanmış merakla bekleşiyorlardı. Köyün bir de tellal Ese dayısı vardı. Köyün tam ortasında bulunan evinin damına çıkarak gür ve güzel sesiyle yeni bir haberi tüm köye oradan duyururdu. Çok nüktedan ve sempatik bir kişiliğe sahipti. Radyonun tamir edildiği masanın altına usulca girerek bir türkü çığırmaya başlayınca, Paşa Mehmet sevinçle “Hah tamam! Radyo düzeldi, radyo düzeldi!” diye bağırarak havaya fırladı. Orada bulunanlar Ese dayının bu şakasına dakikalarca güldüler. Köylerde hiçbir eğlence aracının olmadığı dönemlerde Ese dayı gibi hem bilgili, hem esprili, hem iyi yürekli kişiler çevrelerinin neşe kaynağı olmuşlardır.
Karafatma
Çocukluğumda unutamadığım olaylardan birisi de karafatma böceği istilasıdır. Ekinler başak vermek üzere, tütün fideleri yavaş yavaş boy atmakta… İşte tam o günlerde bir de ne görelim… Dağ taş her yer karafatma! O dönemlerde zirai ilaç filan bilinmiyor veya biliniyor da köylüler henüz tanışmadılar. Yani, tarlalarda her şey doğal akışı içerisinde akıp gidiyor. Hal böyle olunca böcekler her yana yayıldı. Muhtarlık bir gaz teneke böcek getirene 25 kuruş vermek suretiyle önlem almaya çalıştı. Bu teklifi duyup da eline tenekeyi alan herkes tarlalara girip çok kısa bir sürede tenekelerini dolduruyordu. Bizim evin arka tarafında bulunan kör bir kuyuya, toplanan böcekler dolduruluyordu. Akşama kadar toplananlar muhtarlık tarafından gaz dökülerek yakılıyordu. 25 kuruşu yabana atmayın, çünkü dönem, delikli bir kuruş ve delikli yüz para dönemi… Simidin tanesi iki buçuk kuruş, yani tam on simit parası. O yıl dikilen tüm tütünler zarar gördü. Köylü perişan oldu. En büyük dikim alanı bizim olduğu için en çok zararı da biz gördük. Bu salgından bir sene öncesinde babam arazilerimiz içersinde bulunan on dört bin palamut ağacımızın dallarından mangal kömürü yaptırdı. Bu ağacın kömürünün değeri diğer ağaçlarınkinden daha değerli olurmuş. Bu imalat bize o günün parasıyla yirmi bin lira kar sağladı. Annem, “bu parayla İzmir veya İstanbul’a gidelim, paranın yarısıyla bir apartman alalım; altına bir dükkân açalım, kalan yarısını da sermaye olarak değerlendirelim; oğlanlar evlendiklerinde birer katını onlara verelim” diye babama günlerce yalvardı. Bu konu için çok gözyaşı döktü. O yıllarda saydığım bu kentlerde on bin liraya dört beş katlı bina satın alınabilinirmiş. Keşke babam annemin bu önerisini kabul etseydi. Hayatımızın akışı çok farklı olabilirdi. Galiba babam o parayla bir köylümüzle ortak tütün diktirdi. Ne yazık ki yukarıda anlattığım karafatma salgını, birçok köylününki gibi bizim de paralarımızın batmasına neden oldu. Annem yıllarca babamın kendisini dinlemediğini sitemkâr bir şekilde tekrarladı. Babam da “kırk yılda bir hanım sözü dinlemeliymiş” diyerek ona takılırdı.