Ne mutlu ki bir Ramazan ayına daha kavuşmak nasip oldu, şükür... Anılarımda net hatırladığım en eski Buldan ramazanları, 1946-47 civarı olsa gerek… Gelişi büyük bir heyecanla beklenen ramazan ayı, benim çocukluğumda yaz mevsimine denk gelirdi. Bizim ailemizde herkes oruç tutardı. Zaten o devirde Buldan halkı dinine bağlı bir toplum olduğundan oruç tutmayan hemen hemen yok gibiydi. Ben de yaşıma başıma bakmadan havaya girip bir lokmacık çocukken bile oruç tutmayı arzu ederdim. Bu nedenle hemen her yıl büyüklerimle aramda benzer bir konuşma geçerdi: Ninem “sen daha küçüksün, biraz daha büyüyünce tutarsın” diyerek beni oruç ısrarımdan vazgeçirmeye çalışsa da ben inatla“hayır tutacağım” der dururdum. Ninem “öğleyin biraz yersin, oruç yıkılmasın diye takviye yaparsın” diyerek bana alternatif bir “tekne orucu” önerir ama benim duruşumda bir değişiklik olmazdı. Tabii, bu ısrar günün ilerleyen saatlerinde unutulup giderdi!
İLK ORUÇ?
Bu çocuksu mücadele ben biraz daha büyüyüp, herhalde 9-10 yaşıma gelinceye kadar devam etti. Artık kendimi “tam oruç” tutmaya hazır hissediyordum. Arada geçen zamanda Ramazan ayı da Temmuz–Ağustos’tan, Nisan-Mayıs civarına gelmiş olsa gerek. Çünkü hem okullar açıktı hem de erik mevsimiydi. İşte böyle bir ramazana girerken hummalı hazırlıklar yapıldığını hatırlıyorum. Evin zeminindeki tahtalar fırçalarla, sabunlarla yıkandı; öyle ki yer tahtalarının rengi açılıp adeta kehribar gibi parlamaya başladı. Ayrıca tüm perdeler yıkandı… Kısacası ev pırıl pırıl hale geldi. Tabii bütün bunlar ninemin evlatlığı Raziye ablanın yardımları ile yapıldı. İftar vaktinde yenmek üzere çeşitli yemekler pişirilirken Buldan’ın geleneksel lezzetlerinden Saraylı tatlısı bol miktarda hazırlandı. Ramazan’ın ilk gününde sahura kalktık. Ben de ilk orucumu tutmanın heyecanı içinde sofraya oturdum. Ninem sahurda çok sevdiğim, “dığan gatmeri” yapmıştı. Bu katmer, yufkanın arasına peynir konup, tavada, tereyağında kızartılarak hazırlanırdı, yanında çayla yemesi pek güzel olurdu.
*
İlk gerçek sahurumun sonrasında sabah okula gittiğimde sınıfın çoğunluğununda oruçlu olduğunu gördüm. Aramızda sahurda neler yediğimizi konuşuyor, “ramazan sohbeti” ediyorduk. Tabii saatler ilerledikçe acıkmalar başladı. Bahar sonu, yaz başı gibi olduğundan iftar saati hayli geç olacaktı. Hele de bizim gibi taze oruçlular için… Okul çıkışında zaman geçirmek için mahalle arkadaşlarıyla birlikte sokakta oynamaya başladık. Ağaçlar çiçekten yaprağa dönüşmüş, erikler fındık büyüklüğüne ulaşmıştı. Caranların evinin biraz ilerisindeki bahçedeki erik ağacında pıtrak gibi eriklerden dallar yerlere sarkıyordu. Bu görüntüye dayanamadık hepbirlikte ağaca çıktık, başladık erik toplamaya. Oruç tutmayan arkadaşlarımız toplarken bir yandan da yiyorlardı. Ben de bir tane ağzıma attım ama tam yemeye başlamıştım ki birden oruç olduğumu hatırladım. Hemen ağzımdakileri tükürdüm ama bir parçasını yutmuştum. Hızla eve koştum nineme durumu anlattım. O hafifçe tebessüm ederek, “unutup yemenden, hele de bu kadardan bir şey olmaz” diyerek beni teselli etti; içimi rahatlattı. Zaten iftar vaktinede az kalmıştı…
HEM TOP, HEM SİREN
İftar vakti iyice yaklaştığında heyecanla pencere kenarında yerimi aldım. Evimizden “Top Damı” açık şekilde göründüğünden iftar topunun dumanını görmek için heyecanla bekliyordum. Zaten Buldan’ın yukarı kısımlarındaki “Top Damı”, adını iftar topunun buradan atılmasından alırdı. Bunun yanı sıra, imsak vaktinin geldiğini duyuran bir de sirenimiz vardı. Bu siren, aynı zamanda yakın aile dostumuz Talat “amcanın”, daha doğrusu Talat Tarakçı’nın Buldan Belediye Başkanlığı sırasında İzmir’den getirttiği, hatırladığım kadarıyla o yıllarda Yukarı Park’ta duran sirendi. Neyse ki beklenen top atışıyla siren düdüğü çok gecikmedi ve büyük bir iştahla orucumuzu hep birlikte dualarla açtık. O ilk iftarın tadını geçen bunca yıla rağmen hiç unutmadım. Yemeğimizi bitirdikten sonra dedem, “Allah kabul etsin Cemal’im. Ramazan’ın başında bir gün tuttun. Bir ortasında, bir de Kadir gününde tutarsın; eder sana, üç. Üçün önüne de bir sıfır koyduk mu, olur otuz” diye takılıp beni kandırmaya çalışmıştı. Ramazan’da bazı geceler babamla veya nenemle teravih namazına da giderdim. Namazlar, evimizin hemen yanı başındaki, Beyler konağına neredeyse bitişik konumdaki Hacı Bekir Camii’nde kılınırdı. Yaşıtlarımla camide ufak yaramazlıklar yaptığımız, en çok da aramızda gülüştüğümüz olurdu tabii.
BAYRAM SEVİNCİ
Ramazan’ın sonuna doğru evdeki hazırlıklar ayrı bir seviyeye çıkardı. Arife günü Buldan halkı atalarını ziyaret için kabristana gidip hayır dualarını ederlerdi. Biz de aile fertleri olarak bu geleneksel ritüele katılır, huşu içinde yerimizi alırdık. Hatırladığım kadarıyla hanımlar kabristana gelmezdi o yıllarda. Bayramın ilk günündeyse, Ankara’dan gelen amcamlar, Uşak-Güllü’den gelen annem, babam ve kardeşlerim, Mesude halamlar, Raife halamlar olmak üzere evde 30 kişiye varan bir kalabalık oluşurdu. İlaveten nenemin ve dedemin elini öpmeye, bayramlaşmaya gelen akrabalarla birlikte evimiz neşeyle dolardı. Bizler de yaşlı akrabalarımızı bayram ziyaretine gider, ellerini öperdik. Bize şeker ikram eder, bazen mendil, bazen de küçük harçlıklar verirlerdi. Eve döndüğümüzde hangimiz daha çok “ganimet” topladı diye karşılaştırırdık. Ertesi gün de o harçlıklarla dondurma yerdik. Bayramın sonundaysa, Buldan dışından gelenler gider, vedalaşmalar her zaman hüzünlü olurdu. Çünkü şimdiki gibi iletişim olanakları yoktu. Şimdi açıyorsun görüntülü telefonunu istediğin kadar görüşebiliyorsun. Hiç olmadı, bir mesaj atıp anında yazışabiliyorsun. Oysa o yıllarda en uygunu mektuplaşmaktı. Çok acil durumlarda telgraf çekilir veya postaneye gider numara yazdırırsın sıra gelmesi için saatlerce beklersin. Bayram haftasında herkes evlerine döner dedem nenem Raziye abla ve ben kaldığımızda özellikle neneme bir hüzün çöker ve uzun uzun ağlardı.
İKRAM ADABI
Unutamadığım bir Ramazan Bayramı anımda Güllü köyündendir. (Önceki yazılarımda, zamanında Buldan’a bağlı olan bu köydeki yaşayışımızı anlatmıştım). Bayram namazı ardından neşeyle ailece sabah kahvaltımızı yaptık. Sonrasında babamın köyün eşrafından olması hasebiyle köy halkı evimize bayram ziyaretine gelmeye başladı. Misafirler iyice kalabalıklaştığında annem, babamın İzmir’den getirdiği, renkli jelatin kağıdına sarılmış şekerleri ikram etmek için odaya girdi. İlk başta oturan misafire tabağı uzattı. O da tabaktaki tüm şekerleri cebine indirmesin mi? Tabi biz şok içindeyiz! Annem köylümüze dedi ki “aldığın o şekerlerin hepsini tabağa koyarmısın?”. O da itiraz etmeden hepsini tabağa geri koydu. Diğer misafirlerin duyacağı bir ses tonuyla annem ona dedi ki “şimdi bir adet alacaksın, ev sahibi çok ısrar ederse ikinciyide alabilirsin”. Sıradaki misafirlerde birer adet aldılar. Ama annem ısrarla ikincileri ikram etti. Sonra bu olayı aramızda konuştuk ve o gariban köylünün bu tip ikramlık, ambalajlı şekeri hayatında ilk defa gördüğünü, bu nedenle yol yordam bilmediğini anladık. Zira köylünün o zamana kadar bildiği sadece kesme şekerdi. Anneciğim bu tip sosyal yaşam kurallarını yeri geldiğinde köylümüze aktarmaya gayret etmiş, sözünü sakınmayan dobra konuşmasıyla sayılan biri olmuştur. Hepsi nurlarda olsunlar, bizler de bayramlarda onları rahmetle analım. Nice sağlıklı, huzurlu bayramlarda…