İnsan 80’li yaşlarının ortalarına doğru geldiğinde, en büyük keyfi yaşadığı deneyimleri genç kuşaklara aktarmak oluyor. Elbette zamanla hayatın her sahasında koşullar değişiyor. 1960’lı yıllarla 2020’ler hiç aynı olabilir mi? Ne var ki sebepleri değişse de sevinç, heyecan, kaygı gibi duygular özünde çok fazla değişmiyor. Gençlerin yaşlıların dertleri hemen her kuşakta birbirine benzer değil mi? Mesela öğrencilik yılları ardından genç bir insanın en önemli derdi, nerede çalışacağı, ne iş yapacağı, ekmeğini nasıl kazanacağıdır. Ben de bu süreci bire bir yaşamıştım.
İnsan okulu ve askerliği bitince kendini boşlukta hissediyor, adete sudan çıkmış balık misali…Ortada kocaman bir belirsizlik, bir sürü soru işareti… Üstelik benim gençlik yıllarımda Türkiye’de“iç mimar” ne demektir, ne iş yapar, bilenler pek az. Mobilya mağazası sahipleri çoğunlukla alaydan yetişmiş insanlar. Piyasada bizden önce mezun iç mimar iş sahiplerinin sayısı bir elin parmaklarını geçmez durumda. Ben bu koşullar altında çalışmalı, kendime bir iş bulmalıydım. Üstelik bunu kısa zamanda başarmalıydım.Çünkü evliydim, üstelik küçük de bir bebeğimiz vardı. Evi, hemşire olan eşim tek başına geçindiriyordu.Sadece onun maaşıyla geçinmemiz hayli zordu.İlk olarak mobilya piyasasının gözle görülür mağazalarında işe başvurdum. O senelerde mobilya piyasasının merkezi, İstanbul’da, Nişantaşı semtindeki Rumeli Caddesi idi. Ancak buralar yaptığım başvurulardan bir netice alamadım.
İLK İŞ, İLK PROJE
Neyse ki iş arayışım çok uzun sürmedi. Bir dost aracılığıyla, Haydarpaşa’dakiİstanbul Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi Hastahanesi’nin yeni binasını yapan firmada işe başladım. Bakanlığın belirlediğiana projenin,hastahane fonksiyonlarına göre gözden geçirilip uyarlanması gerekiyordu. Benim görevim, gerekli revizyonların projeye ve uygulamaya geçrilimesiydi. Hastanenin o zamanki baş hekimi, Profesör Siyami Ersek idi. Kendisi Buldan’ımızın komşu ili Uşak’ta doğmuş, ilk ve orta öğrenimini İzmir’de tamamlayıp yüksek öğrenim için İstanbul’a gelmiş, çok değerli bir hekimdi. Bu kıymetli Ege insanı, 1963’te, -yani tanışmamızdan sadece bir kaç yıl önce- Türkiye’deki ilk kalp ameliyatını gerçekleştirmişti. (Aynı hastane günümüzde onun adını taşıyor). Sivil hayatımdaki ilk işim olan projede, Siyami Ersek hoca bana bina içinde istediği değişiklikleri bildiriyor, bende evimde projeleri onun istekleri doğrultusunda düzletip yeniden çiziyordum. Ardından İmar-İskan Bakanlığı’nın (günümüzde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı)Taksim’deki ofisine gidip ilgili mimara onaylattırıyordum.Onay sonrasında sıra, değişiklikleri inşaattaki kalfaya verip hocanın istediği gibi yapılmasını sağlamaya geliyordu. Bunun yanı sıra aynı firmanın Ümraniye’deki lise inşaatınında projelerine destek veriyordum. Ben bu görevleri yürütürken inşaat mühendisi olan firma sahibi ile pek az karşılaşıyorduk. Firmanın merkezi Fındıklı’da idi ama ben maaşımıgenel merkeze binasında değil, görev yaptığım proje noktalarında alıyordum. İşe gireli altı ay dolmak üzereydi. O dönemde bir gün kızım Şebnem birden hastalandı, çok ateşlendi. Onu acilen doktora gitmemiz gerekiyordu. Ancak henüz ay ortasıydı. Yani maaşların ödemesine daha vardı. Zaten her ay masraflarımızı ucu ucuna denk getirdiğimiz için bu beklenmedik masrafı karşılayacak yeterli paramız yoktu. O yıllarda şimdiki gibi kredi kartları falan olmadığı için acil paraya ihtiyaç olduğunda çalıştığınız firmadan avans (ön ödeme) istemek veya bir yakınınızdan borç para istemek dışında bir seçenek yoktu. Ben esasen proje noktalarında olduğum için, para temin etmek için merkez ofise gittim. Orada zaten çok da fazla karşılaşmadığınız şirket patronunu göremedim. Ben de bunun üzerine kendisine “Sayın patronum, kızımı acilen doktora götürmem gerekiyor. maaşıma mahsuben lütfen bir miktar avans bırakabilirmisiniz?” diye bir not yazıp masasına bıraktım. Patron masasına gelip de bıraktığım notu görünce hiddetlenmiş, küplere binmiş. “Aman efendim ben nasıl böyle bir not yazarmışım” diye çok kızmış. O kızgınlıkla işime son verdi. Gerçi yazdığım notta bir saygısızlık yoktu ama, eğer kendisiyle karşılassaydık ne diye bu kadar kızdığını sorardım elbette. Sadece işimi kaybetmek değil olayın bu şekilde gelişmesi de beni son derece üzdü. Akşam evde eşim Nurten,“boşver, Allah bir kapıyı kapar başka bir kapıyı açar” diyerekbeni teselli etmeye çalıştı. Ne mutlu ki gerçekten de onun dediği gibi oldu…
SICAK BİR BAŞLANGIÇ
İlk işimden çıkarıldıktan çok kısa bir zaman sonra Metin isimli bir mimar arkadaşımın tavsiyesiyle Rumeli Caddesi’ndeki birmobilya mağazasında işe başladım. Mağaza sahibi, döşemecilikten gelme bir beydi. Uzun boylu, yakışıklı ve janti biriydi.Önceki iş yerimde yaşadığım tatsız deneyimden hareketle, Yılmaz beye ilk görüşmemizde “eğer çalışırken burada istenmediğimi hissedersem işi bırakırım” dedim.Çünkü ne iş yaparsam yapayım, huzurla keyifle çalışmayı arzuluyordum. 1000 TL maaş, artı prim üzerinden anlaştık. Göreve başladıktan kısa süre sonra birbirimizle çok iyi bir uyum sağladık. Malum bizler yani Buldan’ın, Ege’nin insanları, sıcakkanlıyızdır. Sert ve mesafeli tavırlardan pek hoşlanmayız. Ben ilk firmada bulamadığım sıcak çalışma ortamını ikincisinde yakalamıştım. Patronum da benim gibi çabuk kaynaşan biriydi. Nede olsa esnaflıktan gelme… Ayrıca işimiz ev–ofis mobilyası ve dekorasyonu olduğu için insanlarla daha yakın bir iletişim kurmak gerekliydi. Bu da benim severek tercih ettiğim bir durumdu.
Görevim kapsamında müşterinin evin veya iş yerinin rölevesini çıkarıyor, projeyi hazırlıyordum.Birim fyatlar üzerinden metrajları çıkartıyor, toplam maliyeti belirliyordum. “Abi” dediğim patronum pazarlığı bitirdikten üretim aşaması başlıyordu. Öncelikle imal edilecekmobilyaların resimlerini çiziyordum. Çalıştığım firmanın sadece kendi döşemehanesi vardı.Ahşap mobilyaları ve boya-cila işlerini tanıdığı ustalara yaptırıyordu. Ben o ustaların hepsiyle tanıştım. İçlerinde hem usta, hem insan olarak mükemmel olanları vardı. Pek çoğu Osmanlı devrinin meşhur marangozlarının el verdiği ustaların yetiştirdiği isimlerdi. Bunlardan biride Tophane semtinde bir atölyesibulunn Bedri usta idi. O kadar düzgün ve temiz çalışırdiki, otuz senelik tezgahta bir çizik göremezsin. Hal böyle olunca atölyesine ilk giden biri, çalıştığı tezgahı için“yenimi aldın usta?” diye sorardı. Onun imal ettiği mobilyalar, iş yaptığı firmanında kalitesini de artırıyordu. Bedri usta rahmetli olduktan sonra da mesleki mirası etrafına fayda vermeye devam etti. Onun yetiştirdiği bir marangoz, zamanındaBedri Usta’nın ürettiği 120 cm çapındakibir yemek masasını üretip satarak yıllar boyunca hayatını devam ettirdi.
Meslek hayatımın ilk birkaç yılında öncelikle patronla, yöneticiyle samimi, hakiki yakın bir ilişki kurmak gerektiğini öğrendim. İletişimin olmadığı yerde karşılıklı anlayış beklemek beyhude idi. İkincisi insan ne yaparsa yaptın, ustalardan, kendinden önceki kuşaklardan öğrenmeye açık olmalıydı. Eskiler boşun dememişler “gençler bilse, yaşlılar yapabilse” diye.
Yorumlar
Kalan Karakter: