OKUL BİTİNCE
Yine yaz geldi, her zamanki gibi okullar kapandı. Kimi öğrenciler tatile girerken kimileri de mezun oldular. Ortaokulu, liseyi bitiren evlatlar, torunlar heyecanla lise-üniversite giriş sınavlarının sonuçlarını bekliyorlar. Tabii bir de üniversite mezunları var. Onların heyecanı bir başka… Bazıları iş bulma, bazıları askere gitme, bazıları da evlilik hazırlığı arifesindeler. Hepsinin biraz kaygılı, biraz ümitli duygularını çok iyi anlıyorum desem yeridir. Çünkü ben de bundan tam 60 yıl önce aynı heyecanları yaşıyordum.
***
Sene 1964… Günümüzde Marmara Üniversitesi’ne bağlı olan [Tatbikî] Güzel Sanatlar Akademisi’nin İç Mimari bölümündeki çalışmalarımızı gayet başarılı bir şekilde geçirdikten sonra son sınıfta da tüm derslerimizi tamamladık. Şimdi sırada okul bitirme projesi-sınavı var… Görevimiz, bir köy ilkokulu projesi hazırlamaktı. Bu okulun dersliklerinin yanı sıra müdür odasını ve lojmanları tasarlamalıydık. Plan çalışmalarının onaylanması ardından önce bu mekanlarda kullanılacak olan mobilyaları tasarlayıp,sonra da imalat projelerini teslim etmemiz gerekiyordu. Mobilyaların planlara yerleşimlerini renkli olarak 50x70 santim boyutlarında paftalara çizdik. Arkadaşların bazıları üç paftada kalırken, ben yedi pafta çizim hazırlamıştım. Sınavla ilgili aklımda kalan bir başka ayrıntı da çizdiğim projedeki sınıf öğrenci masalarını altıgen olarak tasarlamamdı. Bunu yapmaktaki amacım, masaların farklı kombinasyonlarda kullanıma elverişli olmasıydı. Alman öğretmenimiz HerrRommel, benim bu yaklaşımımı beğendiğini açıkça ifade etmiş; bu beğeni de beni çok mutlu etmişti. Bitirme projemden de başarıyla mezun olmuştum. Artık çiçeği burnunda bir “Yüksek İç Mimar” idim! Bitirme sınavına girdiğim arkadaşlarım içinde iki isim nedense aklımda yer etmiş… Biri son sınıfta bize bir önceki dönemden katılan Zeki Aybak idi. Zeki, mezun olduktan sonra uzun yıllar Dolmabahçe Sarayı’nın teknik müdürlüğünü yaptı. Bir diğer arkadaşımsa Oğuz Oktay’dır. O da mezuniyetten sonra İstanbul Şehir Tiyatroları’nda görev aldı. Elbette bu bir rastlantı değildi çünkü Oğuz, tüm öğrencilik yılları boyunca okulla tiyatroyu birlikte götürmüştü. Bu zorlu ikili meşguliyet onun okul süresini uzatsa da nihayetinde hem üniversiteden mezun oldu, hem de tutkuyla sevdiği tiyatro dünyasındaki yaşantısına devam etti.
NİŞAN
Yazımın başında, mezuniyet sevinci yanında evlilik heyecanından söz etmiştim. Benim için de sıralama aşağı yukarı bu şekilde gerçekleşti. Ne var ki daha ilk gördüğüm anda “işte evleneceğim kız” dediğim müstakbel eşimi kaçırmamak uğruna ne yaptım ne ettim, Nurten’i ve ailesini daha öğrenciyken nişanlanmaya ikna ettim! Sene 1963, aylardan Mayıs… Ben henüz üçüncü sınıfta bir öğrenciyken annemin ve babamın yanı sıra ailemizin en büyüğü olan amcam, yengem ve kuzenim kız isteme töreni için İstanbul’a geldiler. İkisi de Buldanlı olan annemi ve babamı daha önceki yazılarımda sizlere anlatmıştım. Amcam Kemal Cemal Öncel ise 1946-50 yıllarında Denizli milletvekilliği yapmış, ailemizin ve Buldan’ımızın başarılarıyla gurur duyduğu saygıdeğer kişilerden biriydi. Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nden mezun olarak ülkemize bu sahada hizmet etmiş öncü isimlerdendi. Eşi de son derece görgülü, yol yordam bilen zarif bir öğretmen hanımefendi idi. Ben kararlaştırılan isteme gününde, okuldaki dersimden çıkıp onlarla buluşacaktım. (Bizim zamanımızda derslere devamlılık mecburi idi). Amcamın oğlu Mahir de o sırada, 17 yaşındaki boylu poslu bir delikanlıydı. Lacivert bir takım elbise giymiş… Aileye götürülecek güllerden oluşan çiçeği de amcamlar almışlar, eve gelirken Mahir’e vermişler. Ben onlara Nurtenlerin Valideçeşme’deki (bilmeyenler için İstanbul’da Beşiktaş’la Nişantaşı’nın arasındaki semt) evinin orada katıldım. Eve doğru hep birlikte yürüyoruz… Sonradan öğrendim ki biz yürürken camlardan bakan meraklı komşular kuzenimi damat adayı sanmış, ona göre daha “tıfıl” duran beni kale dahi almamışlar!
***
Nurtenlerin oturduğu ev, ana caddenin bir alt sokağındaki ahşap bir konaktı. Konağın ana kapısına 4-5 basamaklı küçük bir merdivende çıkılarak varılırdı. Ailece kapıda karşılandık, içeri buyur edildik. Bugünün gençleri için hayal etmesi güç olabilir ama bizim zamanımızda sosyal medya vb. olmadığı için kimse kimseyi önceden tanıma fırsatı bulamazdı. Kaldı ki ben okumak için İstanbul’a yalnız gelmiştim ve ailem zaten İstanbul dışında yaşıyordu. O nedenle ne ben Nurten’in ailesiyle daha önce tanışmıştım, ne de benim ailem evlenmek istediğim insanı daha önceden görmüştü. Üstelik bizimkisi ailelerin ortak tanışıklığına dayanan, “görücü usulü” bir evlilik de olmayacaktı. O yıllarda yeni yeni yaygınlaşan “gençler birbirlerini sevmişler, anlaşmışlar” türü bir hikayeydi bizimkisi. Dönemin genel adetlerine çok uymasa da ben evlenmek için o kadar istekli, o kadar ısrarlıydım ki ailem “hiç görmeden” kız istemeye razı oldu. Durum böyle olunca bende çifte heyecan vardı tabii ki… Onun ailesi beni beğenecek mi, benim ailem onu beğenecek mi? Ne var ki ailemin Nurten’i gördükten sonraki düşüncesinin ne olduğunu anlamam hiç zor olmadı. Hepsinin gözlerindeki parıltı, yüzlerindeki tebessüm kolaylıkla görülüyordu. Hatta oradan ayrıldıktan sonra yengem başta olmak üzere böyle bir kızı seçip evlenmeye ikna edebildiğim için bana takdirlerini ve tebriklerini defalarca dile getirdiler. Tabii biraz da hayretle! Ne mutlu ki amcamın ve yengemin eşime olan hayranlığı, sevgileri,onlar ölünceye kadar hiç eksilmeden devam etti. Babama gelince… O hastanede son nefesini verirken bile gelininin yanından ayrılmasını hiç istemedi. Onu o kadar çok sever, saygı duyardı. Keza, rahmetli annem son yıllarında felçli bir durumdayken ona en çok hizmet edenlerden biri de yine gelini oldu. İkisi de tek bir gün bile gelinlerinden yana üzüntü yaşamadılar. Hepsi nur içinde yatsınlar…
***
Şimdi gelelim hikâyenin diğer tarafında… Ben de isteme vesilesiyle Nurten'in ailesiyle tanışmış oldum. Nurten’in annesi ve babası önceden vefat ettikleri için Musa abisi evin babası konumundaydı. Üç kız kardeşine de çok düşkün, onların üzerine titreyen, daima koruyup kollayan müşfik bir abi… Kardeşleri de abilerine fevkalade hürmetkar. Onun gibi yüksek sorumluluk sahibi biri için, işi gücü olmayan, henüz okulunu dahi bitirmemiş, askerliğine yapmamış birini damat olarak kabul etmek çok zor bir iş. Nitekim Musa “abim” (henüz “abim” değil tabii) daha biz gelmeden önce, aldığı ön bilgilerden hareketle Nurten’e sormuş: “Nasıl geçineceksiniz, daha işi yok, gücü yok; emin misin istediğine?” diye… Allah’tan Nurten “evet abi, istiyorum” diye kararlı durunca abisi de tüm soru işaretlerine karşın kız kardeşinin tercihine güvenip “peki o zaman gelsinler” demiş. Bugünkü hayat tecrübemle düşününce onun bu tereddütlerine yerden göğe hak veriyor ve hatta biraz da şaşırıyorum: “Nasıl olmuş da olmuş bizim işimiz?” diye. Buradan hareketle bu evlilik işinin son tahlilde bir mukadderat olduğunu, olacak işin önündeki engellere rağmen bir şekilde gerçekleştiğini düşünmüşümdür. Neyse ki ilerleyen yıllarda Musa abim beni çok sevdi. Hatta eşim benim hakkımda yarı şaka, yarı ciddi serzenişte bulunduğunda dahi bana gönül koymaz, daima sıcakkanlılığını korur, hatta beni savunurdu. Ben de onunla son ana kadar hep bir dostça muhabbet içinde oldum, hep bir abi-kardeş ilişkimiz oldu. Beni böylesine hoş tutan bir kayınpeder görünümlü abiye sahip olduğum için kendimi çok şanslı saymışımdır. İyi ki üniversite öğrencisi o “tıfıl” oğlanın evlenme ısrarına karşı çıkmamış. Onun vesilesiyle bana 59 senedir yoldaşlık eden, fedakâr eşimle bir ömür geçirebildim. Mekânı cennet olsun… Sözü şimdilik burada noktalayalım da yazının başında söz ettiğim askerlik ve evlilik heyecanlarını bir sonraki yazıda anlatalım.
Yorumlar
Kalan Karakter: