[email protected]
6 Şubat günü Kahramanmaraş merkezli ve on şehrimizi etkileyen önce 7,7 sonra 7,6 büyüklüğünde iki şiddetli deprem haberiyle ülke olarak sarsıldık. 7,4 büyüklüğündeki 17 Ağustos 1999 Marmara depremini yaşamış biri olarak deprem bölgesindeki yurttaşların halini çok iyi anlıyor olmakla birlikte aradan geçen 24 yıla ve bu zaman içinde Düzce, Van, Elazığ, Malatya ve İzmir’de şiddetli deprem tecrübeleri ve acılar yaşanmış olmasına rağmen ne yazık ki hiç mesafe kat edilememiş olduğunu bir kez daha görmüş olduk.
Yaşadığımız bu son acı tecrübe ile deprem güvenli bina ve deprem güvenli zemin kavramlarının birbirlerinin ayrılmaz parçaları olduğu gerçeği umarım iyice anlaşılmıştır. Türkiye’nin fay hatları haritası ortada olduğu halde fay hatlarının üzerine yapılan yapılar, göllerin ve denizlerin doldurulması sonrasında bu dolgu alanlarına, akarsu yataklarına, ovalara yapılan yapılar hatta bu yapıların bazılarının kamu binaları, havaalanları olması bir deprem ülkesi olan Türkiye’mizin bu gerçeğinden çok uzak imar planları yapıldığını göstermektedir.
Yapıların yürürlükteki deprem yönetmeliğine göre projelendirilmiş olması tek başına yeterli değildir. Kamuoyunda yaygın kanaat her zemine bina yapılabilir, yeter ki zemin etüdüne uygun olarak projelendirilsin ve uygulansın şeklindeki düşünce yanlıştır. Zemin fay hattı üzerindeyse, alüvyonlu bir yapıya sahipse, su havzasındaysa, tarım yapmaya elverişli ovada ise veya dolgu yapılmış bir arazi ise inşaat kalitesi ne kadar iyi olursa olsun buralara kesinlikle imar izni verilmemelidir. Yapılaşma olacak zeminin fay hattından uzak ve mutlaka kayalık zemin olması esas alınmak şartıyla kendi içinde oluşturulacak zemin kategorilerine göre inşaat niteliği ve kat sayısı belirlenmelidir. Bu da şunu göstermektedir ki, jeoloji bilimi ve jeologlar inşaat mühendisleri ve mimarlar kadar aynı derecede öneme sahip olmalıdır. Fakat dünyanın en önemli deprem kuşakları üzerinde yer almamıza rağmen maalesef ki ülkemizde jeoloji bilimine ve jeologlara yeterli ilgi gösterilmemekte, inşaat ve yapılaşma süreçlerine yeteri kadar dâhil edilmemektedirler.
Kaldı ki bir de ülkemizde imar anlayışının bir zenginleşme aracı olarak görülüyor ve ranta dönük değerlendiriliyor olduğu gerçeği düşünülürse ne kadar zor bir noktada olduğumuz ortaya çıkmaktadır. Nüfusu hemen hemen bizimle aynı olan Almanya’da 3.000 müteahhit varken Türkiye’de 332.000 müteahhidin bulunması ve müteahhit olabilmenin bu kadar kolay elde edilebiliyor olması bazı şeyleri gözler önüne sermektedir. Kamu gücü, denetim mekanizmasını kullanarak herkesin bu işi yapmasına müsaade etmemelidir. Her türlü yapı için titizlikle yürütülecek zemin çalışmaları sonrasında inşaat projeleri oluşturulmalı ve uygulamanın projeye göre yapılıp yapılmadığı çok iyi denetlenmelidir. 1999 Marmara depremi sonrasında zorunlu hale gelen fakat tam manasıyla uygulanmayan Yapı Denetim müessesesi etkin ve amacına tam uygun olarak çalıştırılmalıdır. Son yaşadığımız acı deprem tecrübesinden sonra vakit kaybetmeden yeni bir deprem yönetmeliği çıkarılmalı ve zemin önceliği esas alınarak inşaatlarda deprem izolatörü kullanmak zorunlu hale getirilmelidir. Japonya’da uzun zamandır uygulanan bu sistem ülkemizde de son yıllarda birkaç kamu binasında ve hastanede uygulanmış olup etkin sonuç alınmıştır. Deprem izolatörü ile binanın en çok yük alan bodrum katındaki tüm kolonlarına yapılan uygulama, sarsıntıyı absorbe ederek depremin şiddetinin üst katlarda dörtte biri kadar hissedilmesini sağlamaktadır. Bu sistem toplam inşaat maliyetini sadece %5 kadar arttırmaktadır.
Türkiye’nin bir deprem kuşağı ülkesi olduğunun artık gerçekten farkına varılmalı, hayali ve memleketimizin insanına bir şey kazandırmayacak projelerden vazgeçilerek, ülkemizin kaynakları yapı stokunun bilimsel esaslar doğrultusunda yenilenmesi için kullanılmalıdır. Ülkemizin en temel meselesi bu olmalıdır.
Deprem ve diğer doğal afetler sonrasında devreye girmesi gereken acil eylem planımızın da maalesef yetersiz olduğu ve koordinasyonu sağlamada geç kalındığı, arama kurtarma ekibi sayısının eksik olduğu da ne yazık ki son depremde bir kez daha anlaşılmıştır. Bu anlamda da gerçekten samimi adımlar atılmalı, doğal afetler sırasında ve sonrasında yapılacaklar konusundaki eğitimler bir prosedür olmaktan çıkmalıdır.
Deprem sonrası millet olarak kenetlenerek yardımlaşma yarışına girilmesi, yüreklere su serpen tek teselli kaynağımız olmuştur. İnsan hayatı siyasi çekişmelere ve ranta kurban edilemeyecek kadar değerlidir. Gelecek kuşaklara güvenle yaşanabilir bir ülke bırakmak temel insanlık vazifemizdir.