[email protected]
Neredeyse bir seneye yaklaşan Rusya Ukrayna Savaşı nedeniyle ortaya çıkan doğalgaz ve tahıl üretiminde ve bunların ikmalinde yaşanan sıkıntılar, özellikle zengin Avrupa ülkelerinin Rus ambargosu sonrası karşı karşıya kaldıkları doğalgaz ve buna bağlı enerji sorunları ve hatta şu devirde tekrar kömüre dönüş ve soba kullanımlarının artması söylentileri bir kez daha göstermiş ve hatırlatmıştır ki; yeri geldiğinde ‘’Paranın satın alamayacağı şeyler veya para ile çözülemeyecek sorunlar vardır.’’
Yüz yıllar boyunca birbirleri ile savaşan dünya toplumları özellikle Avrupa devletleri, İkinci Dünya Savaşı’ndan büyük bir yıkım ile çıkınca akıllarını başlarına almışlar ve bir daha böylesine trajediler yaşamamak ve gelecek nesillerine de yaşatmamak için doğu bloku dışındaki tüm ülkeler kendi aralarında barış sürecine girmişlerdir. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasından itibaren 1991 yılında Sovyetlerin dağılmaya başlamasına kadar süren soğuk savaş döneminde Batı Avrupa ülkeleri zaten geçmişlerinde var olan, büyük ölçüde sömürgecilik kökenine dayalı zenginleşme kültürlerini geliştirmişler ve büyük sanayi yatırımları yapmışlardır. Amerika Birleşik Devletleri ile birlikte Nato’yu kurarak askeri güç birliği, Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu kurarak da ekonomik güç birliği içine girmişler ve kısa sürede savaşın yaralarını sarıp dünya ekonomisine yön verir hale gelmişlerdir.
Doğu bloku ülkelerinde ise durum biraz daha farklı gelişmiştir. Rusya’nın baskısı ile zorla bir birliktelik oluşturulmuş, yine aynı şekilde sanayileşme ve ekonomik kazanç seviyesini yükseltme hedeflenmiştir. Ancak bu baskıcı politikanın daha fazla sürdürülebilir olamaması nedeniyle 1991’de Sovyetler Birliği dağılmış, sosyo-ekonomik ve kültürel olarak farklı özelliklere sahip 15 yeni ülke kurulmuştur.
Sovyetlerin dağılması ile birlikte bu bloğun askeri birliği olan Varşova Paktı ’da dağılmıştır. Fakat batı bloğunun askeri birliği olan Nato, varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Aslında soğuk savaşın bitmiş olması hali ve karşı bloktaki askeri birliğin dağılmış olması Nato’nun da işlevsiz kaldığını düşündürebilir. Fakat öyle olmamıştır. Her ne kadar Rusya’ya duydukları güvensizlik nedeniyle bu askeri birliğin devam ettiği ifade edilse de, bence Nato’nun dağılmamasının sebebi geçmiş tecrübeleri nedeniyle Nato üyesi ülkelerin birbirlerine olan güvensizlikleridir. Nato ilkelerine göre üye ülkelerin birbirleri ile savaşmama kuralının gölgesinde kalarak hem askeri müttefik olarak devam etmişler hem de ekonomik gelişmeyi ve zenginleşmeyi aralıksız sürdürerek büyük refah toplumları oluşturmuşlardır.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından 1945’de ‘’Dünya barışını ve güvenliğini korumak’’ temel amacıyla 50 ülkenin imzası ile kurulan ve günümüzde üye devlet sayısının 193’e ulaştığı Birleşmiş Milletler Örgütü’nün gerek soğuk savaş yıllarında gerekse günümüzde dünya barışına sağladığı katkı ise tartışmaya açıktır.
Batı Avrupa’nın zengin sanayi devletleri yaşanılan süreç içinde iş gücüne ihtiyaç duymuşlar ve bu ihtiyaçlarını Ortadoğu, Asya ve Afrika ülkelerinin halklarından karşılamaya başlamışlardır. Böylece doğu halkları zengin Batı Avrupa ülkelerini görmüş, o ülkelerdeki yaşam standartları ile tanışmış, kendi ülkesinde göremediği sosyal devlet ilkeleri karşısında şaşırmış, imrenmiştir. Gördüklerini, yaşadıklarını ülkelerine gidip geldikçe anlatan, edindiği bu farklı kültürü kendi ülkesinde de kısmen yaşatmaya çalışan bu insanlar sosyolojik manada kültür ve yaşam tarzı transferini başlatmıştır. Yıllar içinde daha da zenginleşen Batı Avrupa’nın yeni hedefi artık bu zenginliği muhafaza etmek noktasına evrilmiştir. Ancak kendileri dışındaki dünyayı yüzyıllarca sömürge olarak sonra da bu dünyanın insanlarını işgücü, ülkelerini de pazar olarak gören ve zenginlikleri içinde izole olup rahat yaşamlarını ilelebet sürdürmek isteyen bu egemen devletler o ülkelerin halklarını insani olarak değerlendirme ve dünyanın geleceği konusunda birlikte rol üstlenme kaygısı maalesef taşımamışlardır. Kendi ülkelerinde olmayan ama ihtiyaç duydukları her şeyi parayla satın alabildikleri, bu anlamda bir sorun yaşamadıkları ve dünya ekonomisine yön verdikleri için kendi paralarını tüm dünyada popüler hale getirmeyi de başarmışlardır. Fakat hayatı kolaylaştırmaya yönelik olarak kendi elleriyle oluşturdukları bu küresel dünya düzeni ve dijital çağ ile birlikte bilgi paylaşımlarının hızlanması bir süre sonra tüm dünyada bir uyanışı harekete geçirmiştir.
Yıllarca diktatörlerin yönetimi altındaki doğu ülkeleri egemen devletlerce kolay sömürülmüşlerdir. Çünkü diktatörler öncelikle kendisinin ve çevresinin çıkarlarını düşündükleri için batının zengin egemen devletleri ile sürekli dost kalmışlardır. İletişim çağının hızlanması ile birlikte o ülkelerde yaşayan insanlar kendi yaşam standartları ile zengin ülkelerin halklarının yaşamlarını kıyaslamaya başlamışlar ve refah bir yaşam sürme sevdasına kapılmışlardır. Şüphesiz ki her insanın refaha ve konforlu bir yaşama olan isteği insani bir taleptir. Ancak önemli olan bunun hak edilerek kazanılmasıdır. Başkalarının yıllar içinde oluşturduğu düzeni her ne pahasına olursa olsun hak etmeden cebren elde etme isteği kabul edilemez. Zenginleşmiş sanayi devletleri yüzyıllarca sömürgecilikten, sonrasında da işgücünden istifade ettikleri, kendilerine göre üçüncü dünya ülkelerinin krallar ve diktatörler tarafından yönetilmelerini kendi menfaatleri için uzun süre görmezden geldikleri ve her şeyi maddi çıkarları doğrultusunda değerlendirip insan faktörünü devre dışı bıraktıkları için jeopolitik konumu gereği öncelikle ülkemiz başta olmak üzere tüm Avrupa’yı tehdit eden günümüzdeki göç dalgaları, beraberinde güvenlik sorunları ve insani dramlar yaşanmaya başlamıştır. Batı Avrupa’nın zengin egemen ülkeleri bu büyük insan göçünün kendilerine ulaşmaması için parasal güçlerini kullanarak bu insanların Türkiye, Ürdün gibi ülkelerde kalmasını sağlamaktadırlar.
Diğer taraftan, karşısında bir blok kalmamasına rağmen üye ülkelerin kendi aralarındaki güvensizlikleri nedeniyle işlevini sürdürmeye devam eden Nato’ yu kendisi için tehdit olarak gören, tarih boyunca ve özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası yayılmacı ve işgalci politikaları ile tanınan Rusya, günümüzde aynı duygulara yeniden kapılmış ve Ukrayna’yı işgal etmiştir. Batı Avrupa’nın zenginleşmiş, oluşturdukları konfor alanlarından çıkmak istemeyen, kendileri dışındaki dünyanın gerçeklerinden çok uzak ve o gerçekleri önemsemeyen, herhangi bir sorun karşısında paralarının gücünü kullanarak kolayca çözüme ulaşabileceğine inanmış ülkeleri bu sorunun üstesinden gelebilmek için yine parasal güçlerini devreye sokarak ekonomik yaptırım silahlarını çekmiş ve Rusya’ ya bu anlamda baskı kurmaya çalışmışlardır. Ancak bu sefer şartlar biraz daha zordur. Doğudan gelen göç dalgasının özellikle ülkemizde kalmasını sağlayan ve bunu da parasal güç ile elde etmeyi başaran Batı Avrupa, Rusya’ya uyguladığı ekonomik ambargoya karşılık bir direnç ile karşılaşmış, Rusya’nın doğalgaz ve tahıl ürünleri kısıtlaması sonrasında hazırlıksız ve çaresiz olduğunu anlamıştır.
İkinci Dünya Savaşı, savaşın sonunda Amerika’nın Japonya’ya attığı atom bombaları da düşünüldüğünde altmış milyondan fazla insanın ölümüyle sonuçlanan dünya tarihinin en kanlı ve en acımasız savaşlarından biridir. Ne mutlu ki bu trajedi içinde Türkiye’nin yer almamasını sağlamak büyük bir siyasi başarıdır. İkinci Dünya Savaşı’nın tüm dünya için bir ders çıkarma vesilesi olarak değerlendirilmesi gerekirdi. İki kutuplu dünya yerine savaşın bıraktığı ağır tahribatı yok edecek bir barış düzeni kurulabilirdi. Ancak ne yazık ki ekonomik ve siyasi çıkarlar buna izin vermedi.
Yazımın başında ifade ettiğim gibi paranın satın alamayacağı değerlerin olduğu mutlaka hatırlanmalıdır. Uzak doğuda bir buçuk milyardan fazla nüfusuyla Çin’in ilerleyen süreçte dünya üzerinde oluşturacağı baskı, iç savaşların yaşandığı ülkelerden göç dalgalarının artarak devam etmesi ve bu durumdan en fazla etkilenen ülkelerin başında Türkiye’nin olması, Rusya Ukrayna savaşı ile birlikte soğuk savaş yıllarının adeta yeniden yaşanmaya başlamış olması, bu savaşın sonlanmaması halinde ileride dünyanın bir nükleer tehdit ile karşı karşıya kalabileceği riski, artan dünya nüfusu ve kaynaklara erişimdeki adaletsizlikler maalesef ki dünyamızı daha zorlu bir dönemin beklediğini göstermektedir.
Gözü dönmüşçesine ekonomik çıkarları peşinde koşan ülkeler ve insanlar bu tutumlarını tekrar gözden geçirmeli; gelir dağılımında adalet temelinde dünyaya barış iklimi hâkim olmalıdır.