Ülkelerin halkına verdiği değerin en önemli göstergesi o ülkede eğitim, güvenlik ve sağlık hizmetlerinin tüm halka eşit şartlarda sunulabiliyor ve vatandaşların, devletin sunduğu bu temel hizmetlerden eşit ölçüde faydalanabiliyor ve bu hizmetlere kolay erişebiliyor olmasıdır.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan itibaren bu temel prensibi benimsemiş, bu üç ana hizmet unsurunun halk sathına en adaletli ölçüde ulaşmasını sağlamak üzere etkin çalışma faaliyetleri yürütmüştür. Eğitim alanında 23 Nisan 1920’de TBMM’nin kurulmasından sonra 16 Temmuz 1921 tarihinde bilimsel bir kurul toplantısı yapılmıştır. Bu toplantıda, ülkenin kuruluşunda en önemli etkenin ilmi tedrisatla, yani eğitim ve öğretimle mümkün olacağı görüşünde birleşilmiş, 29 Ekim 1923 de Cumhuriyetin ilan edilmesinden sonra çıkarılan Tevhidi Tedrisat Kanunu ile Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi gerçekleştirilmiştir. Sonraki yıllarda eğitim çalışmaları; Köy Eğitimi, Teknik Eğitim ve Halk Eğitimi olarak üç ana başlık altında yürütülmüştür. Görüldüğü üzere Cumhuriyetin ilanı ile birlikte Mustafa Kemal Atatürk ve devrin Milli Eğitim Bakanları tarafından bir eğitim seferberliği başlatılmıştır. 1950 yılına kadar 17 binden fazla köy öğretmeni yetiştirilmiş ve sekiz binden fazla da köy ilkokulu açılmıştır. Kaldı ki 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildiğinde yurt genelinde okuryazarlık oranının sadece % 6 seviyelerinde olması, eğitim faaliyetleri alanında yapılan çalışmaların ne kadar zaruri ve değerli kamu hizmeti olduğunu ortaya koymaktadır.
Uzun ve yıkıcı savaş dönemlerinin ardından yeni bir devletin kurulması ile birlikte, hedeflenen çağdaşlaşma seviyesine ulaşma sürecinde iç güvenliğin önemi Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren gündemde tutulmuş ve öncelikli politikalar arasında yerini almıştır. Bu anlamda polis teşkilatını nitelik olarak üst seviyeye getirme, mevzuattaki eksiklikleri giderme, teşkilatın yeniden yapılandırılması, polis eğitimindeki kaliteyi arttırma gibi belli başlı konularda yenileştirme çalışmalarına 1930’lu yıllardan itibaren başlanmıştır. Her yönü ile kalkınma hedefine yürüyen Türkiye Cumhuriyeti, iç güvenlik konusunda da halkına güven içinde olduğunu hissettirmiştir. Atatürk 1937 yılında TBMM’nin açılışında yaptığı konuşmada, Cumhuriyet rejiminin, yurdumuzda huzur ve sükûnun en iyi biçimde yerleşmesini sağladığını, vatandaşların ve bu yurtta oturanların, Cumhuriyet kanunlarının eşit şartları altında kendileri için hazırlanan hürriyet, refah ve saadet imkânlarından azami biçimde yararlandıklarını ifade etmiş, ulusumuzun layık olduğu yüksek uygarlık ve refah düzeyine ulaşmasının engellenmesinin düşünülmesine yer bırakılmadığını ve bırakılmayacağını bir kere daha vurgulayarak, halkın güven duygusu içinde olmasının ülke kalkınmasına yaptığı müspet katkıyı ifade etmiştir.
Nüfusunun önemli bir bölümünü uzun süren savaş yıllarında, bir bölümünü salgın hastalık veya imkânsızlıklardan dolayı tedavi edilemeyen hastalıklar nedeniyle kaybeden genç Türkiye Cumhuriyeti, Cumhuriyetin ilanı öncesi ve hemen sonrasında sağlık alanında kamu sağlığını gözeten çok değerli çalışmaları süratle başlatmıştır. Gerek salgın hastalıklarla mücadele, gerekse hastalıkların teşhis ve tedavileri, halk sağlığı için aşılama çalışmaları, gerekse yeni hastane ve sağlık merkezlerinin kurulması, doktor, hemşire ve diğer sağlık personeli yetiştirilmesi ve halkın tümüne eşit sağlık hizmeti sunulması Türkiye Cumhuriyeti’nin öncelikli ve vazgeçilmez bir milli politikası olarak benimsenmiştir. İnsan sağlığının korunması toplumsal bir olgu olarak kabul edilmiştir. Atatürk'ün bu konuda vurguladığı en önemli nokta, halka sağlık hizmeti götürmenin devlete düşen bir görev olduğu şeklindedir.
Görüldüğü üzere, eğitim, güvenlik ve sağlık politikaları açısından Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren izlenen metotlar, bu üç temel kamu hizmetinin tüm vatandaşlara ücretsiz, eşit, hızlı ve sürekli olarak sunulması gayesine dayanmaktadır. Günümüze kadar bu gaye doğrultusunda tüm Cumhuriyet Hükümetleri ellerinden geldiğince gayret göstermişlerdir. Bu temel amaçtan vazgeçilmemelidir. Yaşadığımız pandemi sürecinde sağlık sistemini tamamen özelleştiren ülkelerin içine düştükleri zorlu süreç ortadadır. Gelişen ve değişen dünya şartlarına göre eğitim ve sağlık hizmetlerinde özelleşme olması kaçınılmaz olabilir. Ancak bu iki temel hizmet alanında gerçekleşecek özelleşmeler belli bir disiplin, belli bir oran ve her halükarda sürekli devlet denetimi altında olmalıdır. Kamuya ait sağlık kuruluşları ve kamuya ait eğitim kurumlarında verilen hizmetin niteliği ve kalitesi yükseltilmeli, dünya çapında başarı ortaya koyabilecek nesiller yetiştirebilmek için bu temel değerlerden taviz verilmemelidir.
Çok önemli bir konuyu,çok güzel kaleme almışsın.Senimle ne kadar iftihar etsek azdır.Başarılı yazılarının devamını dilerim.