Artık, " Aylık Mecmua" olma yoluna giren " Buldan'da Yaşam Gazetesi"nde bir kaç ay evvel bir yazım çıkmıştı. O yazımla ilgili bazı arkadaşlarımdan hem teşvik eden hem de tebrik eden duyumlar aldım. İlkokul öğretmenim Zeki Ülkü'yü daha tanıtıcı bir yazı yazmam istendi. Bu hususta, bilhassa ilkokul sıra arkadaşım Ecz. Attila Sayıner'in ısrarı karşısında hareketsiz kalmam mümkün değildi. Ayrıca bana bu biyografik çalışmada yardım edileceğini de söyledi.
1939 senesi Mayıs ayında, babam, Buldan Özel İdaresi Varidat (Gelir) Memurluğu'na atandı. Buldan Deresi'nin karşı tarafında bir ev kiraladık. Ben 6 yaşındaydım. İlk çocukluk arkadaşlarımı oralarda edindim. Aynı senenin Eylül ayında Alanyazı Meydanı'nın yanıbaşındaki 4 Eylül İlkokul'una kaydım yapıldı. Öğretmenim Zeki Ülkü Bey'di. Sınıf arkadaşlarım arasında Ali Yazıcıoğlu, Turgut Erensoy, Mehmet Başkaracaoğlu gibi isimler vardı. Sıra arkadaşlarım ise; şimdi eczacı olan Attila Sayıner ve Diş Tabibi Şevki Tan idi. Ben altı yaşında okula başladım. İlkokul 4. sınıfın ortalarına kadar, Zeki Bey'in talebesi oldum. Şimdi düşünüyorum da; hayatta ailemden sonra en fazla etkilendiğim, hala zaman zaman bana öğrettiği bilgilerden yararlandığım, okuma alışkanlığı edinmeni sağlayan ve Güzel Sanatlardan zevk almama sebep olan kişi öğretmenim Zeki Ülkü idi.
Zeki Ülkü Bey (1900-1979); Makedonya Üsküp'te, iyi eğitim görmüş, orada evlenmiş, Düyun-u Umumiye'de senelerce çalışmış, Lütfü Bey isminde bir Osmanlı Efendisi'nin en büyük oğludur. Kendinden sonra diğer kardeşleri; Kenan Bey, Zatiye, Leman ve Melahat Hanımlar dünyaya gelmiştir. Tarih kitaplarımızda " Balkan Bozgunu" olarak okuduğumuz, 1912 Balkan Harbi'nde bütün Rumeli topraklarımızı kaybetmiştik. Rumeli'de oturan onbinlerce Türk, çok zor şartlar altında İstanbul'a göç etmişler ve Sultanahmet Meydanı'nda bez çadırlarda aylarca perişan bir vaziyette kalmışlardı. Bu zor zamanlarda Lütfü Bey, becerisi ve lisan bilmesi nedeniyle Düyun-u Umimiye'de iş bulur. Bir müddet İstanbul'da çalıştıktan sonra ailesini alarak Bursa'ya gelirler. Bir müddet Bursa'da kaldıktan sonra Çal kazasında memur olur. Kendisi, o günden sonra çocuklarının eğitimiyle meşgul olmuştur. Lütfü Bey, Çal'da iken çocuklarından Zeki'yi, Kenan'ı ve Leman Hanım'ı İzmir Öğretmen Okulu'na gönderip onların öğretmen olmalarını sağlayabilmiştir. Daha sonraları, Lütfü Bey ve eşi, Çal'da vefat etmişlerdir. Zeki Bey'in ve kardeşi Leman Hanım'ın tayinleri Buldan'a çıkar. Kenan Bey Denizli'de öğretmen olur ve senelerce Denizli Gazi Okulu Başöğretmenliği'ni yapar. Zatiye Hanım, genç yaşta vefat etmiştir. En küçük kardeş Melahat Hanım ise; Denizli Devlet Hastanesi İdare Müdürü Kemal Kabadayı ile evlenmiştir. Zeki Ülkü Bey, Buldan'da eşi, Olcay ve Sevim isimli kızları ile senelerce kalmış sonra Denizli İstiklal İlkokulu'na tayin olmuştur. Oradan emekli olduktan sonra İzmir'e yerleşmiş ve 1979'da İzmir'de Hakkın rahmetine kavuşturmuştur.
Gelelim Buldan 4 Eylül İlkokulu'na... 4 Eylül İlkokulu; Alanyazı Meydanı bitişiğinde, Mustafa Necati Bey’in Maarif Vekilliği (M.E.B.) zamanında, Anadolu'nun dört bir tarafında yaptırdığı okullar silsilesinden birisidir. Seksen senedir eğitimin hizmetinde olan okulum, zannedersem bu sene son eğitim yılını sürdürmektedir. Bundan sonra da " Buldan Müzesi" olarak hizmetine devam edecekmiş. En büyük temennim; okulumun müze olarak daha yıllarca Buldanlıların hizmetinde kalmasıdır. 1939'un Eylül ayında okula başladım. Kırkbeş - elli kişilik bir sınıfımız vardı. 1940'ın Ocak Ayı'nda bütün sınıfımız okumayı yazmayı öğrenmişti bile... Pazartesi sabahları;
" Türk'üm, doğruyum, çalışkanım,
Ülküm yükselmek ileri gitmektir,
Vazifem; küçüklerimi sevmek, büyüklerimi saymak,
Yurdumu, budunumu özümden çok sevmektir
Varlığım Türk varlığına armağan olsun." der ve sıralarımıza otururduk. Cumartesi günleri öğleyi ise; İstiklal Marşımızı bütün okulla birlikte okur ve evlerimize dağılırdık. Sınıfımızın ortasında kocaman bir kum havuzu vardı. Zeki Ülkü Bey; büyük bir sanatkâr olduğundan o kum havuzuna büyük bir " Türkiye Haritası"" işlemiş, şehirlerimiz, nehirlerimiz, dağlarımız, ovalarımız kabartma olarak yapılmış, bizler daha yedi/sekiz/dokuz yaşlarında Türkiye coğrafyasını iyice öğrenmiştik. Zeki Bey'in babası, Düyun-u Umumiye Memurluğu yaptığından, evde eşi ve çocuklarına Osmanlı borçlarının nasıl ödendiğini, Türk köylüsünün yetiştirdiği bütün ürünlerin ellerinden alındığını, deniz ve tren yollarının yabancılar tarafından nasıl işletilip elde edilen karın yurtdışına çıkarıldığını ve tüm bunlara " KAPİTÜLASYON" denmiş olduğunu anlatmış olsa gerek ki; Zeki Bey'in daha çocuk yaşta kapitülasyonlara diş bilemeye başladığını çok sonraları anlamaya başlamıştım. Daha ikinci sınıfta iken, bütün sınıf bu kelimenin anlamını bilirdik ve Atatürk'ün kapitülasyonları nasıl kaldırdığını anne ve babalarımıza anlatırdık. Yerli malın kıymetini daha küçücükken öğrenmiştik. 1939'da biz daha birinci sınıftayken öğretmenimiz bir gün sınıfa neşeli bir şekilde girdi ve; " Çocuklar bugün benim bayram günüm çünkü Türk mühendisleri Doğu Anadolu'daki Raman Dağımızda petrol kuyusu açmışlar ve bol miktarda petrol bulmuşlar." diyerek sevincini bizlerle paylaşmaya çalıştı. Büyük bir pedagog, iyi bir araştırmacı ayrıca sanatkâr ruhlu bir insan olan öğretmenimiz musiki ile de uğraşır, çok güzel keman çalar, kendi yazdığı müsamerelerde bize onlarca okul şarkısı ile konserler verdirtirdi. Bir keresinde Saadettin Kaynak'ın " Fırat" isimli şarkısını okumak için güzel sesli Bedriye Yolaç adlı sınıf arkadaşımıza solistlik görevi vermişti. Bir seferinde " Çocuklar bugün size; ikiyüz sene önce İsmail Dede Efendi diye bir bestekârımız tarafından bestelenmiş 'Yar Meşam-ı Hatıra Buyi Gül-i Sefa' isimli bir şarkıyı öğreteceğim" dedi ve öğretti.
Eski Hükümet Konağı içindeki parkta bulunan şimdi kahvehane olarak kullanılan binanın içinde bugün kontrplaklarla kapatılmış bir sahne vardır. O sahnenin duvarları canlansa da Zeki Ülkü'nün kemanının seslerini, nutuklarını, bizlerin faaliyetlerini dile getirebilse... İki rakamlı sayıların bizim tarafımızdan ezbere çarpılması ve neticeyi ancak sigara kapaklarına yazarak bulabilen seyircilerin " Vallahi doğru!" demeleri hiç unutulabilir mi! Zeka yarışmalarında, yaşça bizlerden biraz büyük olan 399 Fehmi Kırsoy, 85 Mustafa Terzioğlu, 170 Tahsin Yavaş'ın eline kimse su dökemezdi. Hele o arkadaşlarımdan geçen sene vefat eden Mustafa Terzioğlu tam bir harika çocuktu. 1941 senesi, İsmet İnönü roman ödülünü alan Halide Edip Adıvar'ın " Sinekli Bakkal" romanından öğretmenimiz sınıfta bahsetmişti. On gün kadar sonra Mustafa Terzioğlu, bir sarı defter dolusu roman çalışmasını sınıfa getirince hepimizin ağzı açık kalmıştı. Rahmetli arkadaşımız okuyabilseydi bugünkü üniversitelerin birinde profesör olarak çalışabilirdi. Heba olmuş arkadaşlarımızdan birisidir. Ruhu şad olsun.
Zeki Ülkü kendini gösterememiş büyük bir hatipti. Bütün bayramlarda kürsüler onsuz olmazdı. Bir bakmışsınız Yazlık Park Sineması'nda perdenin önüne çıkmış seyircilere günün önemi hakkında nutuk söylüyor veya aşıların önemi hakkında halkımızı bilgilendiriyor... Hatta bazı akşamlar Buldan'ın dokumacı gençlerine küçük Halkevi'nde temsiller oynatarak sosyal etkinlik yapmalarına olanak sağlardı. Derslerimizde, engin tarih bilgisini menkıbelerle süsleyip bize anlatır, hepimizi heyecanlandırırdı. Pratik bilgilerimizin çoğunu ondan öğrenmişizdir. Mesela yönlerin nasıl bulunacağı... Açık gecelerde Kutup Yıldızı'nın nasıl görüneceği... Ayın her gün bir öncekine göre 52 dk. geç doğduğunu ondan öğrendik ve onun sayesinde bugün bile bu konularda ahkâm kesebiliyoruz. Mayıs ayı sonunda güya okullar kapatılır. Ne mümkün! İki gün sonra bizim sınıf sabahtan öğleye kadar çantasız olarak gider pratik dersler görür, problem çözer, tarihi menkıbeler dinler, spor yarışmaları yapardı. Haftasonları bir sürü kitabı bir haftalığına öğretmenimizin elinden alırdık. Okul bahçesindeki çitlembik ağacını altı sanki Eski Yunan'daki Sokrates'ın dershanesi gibiydi. Zeki Ülkü Bey; çok büyük bir Atatürk hayranıydı. Onun Gençliğe Hitabesi'ni bütün sınıfa ezbere okutur hatta bazılarımızı da İsmet İnönü'nün Atatürk'ün ölümünde " Vatan sana minnettardır" diye biten söylevini ezbere okuturdu. Bunun en yakın şahidi de kadim dostum Ali Yazıcıoğlu'dur.
1953 senesinde ben Ankara Askeri Tıbbiye Okulu'nda okurken öğretmenimden bir mektup aldım; " Yılmaz, MEB, 'Gençliğin Atatürk'e Cevabı' diye bir yarışma başlattı. Ben bir yazı ile müracaat ettim ama bir cevap alamadım. Sen bakanlığa gidip bir araştırabilir misin?" diye yazıyordu. Hemen ertesi gün M.E.B.'e gidip müracaat kısmına nereye başvurulacağını sordum. Neticede oradaki sorumlular; " Evet, Zeki Ülkü Bey'in yazısını aldık ancak Üst Kurul'umuz yazısını çok beğenmekle beraber, yazıdan esinlenerek kendilerinin kurul olarak yazdıklarını" söylediler. Ben de öğrendiklerimi hemen mektuba döküp öğretmenime bildirdim.
Onun birçok öğrencisi üniversiteleri bitirip yurt hizmetinde çalışmışlardır. Duyduklarıyla herhalde çok iftihar etmiştir. Buldan’ın çalışkan Belediye Başkanı, Dr. Abdullah Sayıner ve Behçet Uz'un nasıl heykellerini yaptırdıysa, Zeki Ülkü adını da hiç olmazsa çıkmaz bir sokağa koydurabilse... Hem onun aziz ruhunu şad edebilecek hem de halen hayatta olan biz öğrencilerini ziyadesiyle hoşnut edecektir. Zeki Ülkü'nün yıldızlar içinde yatması dileğiyle...
Dr. Yılmaz GERELİOĞLU
Not: Zeki Ülkü'nün bu biyografisinin yazımında bana çok yardımcı olan yeğeni Sn. Turhan Ülkü'ye, Ecz. Atilla Sayıner'e, Turgut Erensoy'a ve kadim dostum Ali Yazıcıoğlu'na sonsuz teşekkürler.
Yorumlar
Kalan Karakter: