Deprem şehirlerinde gördüğüm ve yaşadıklarımdan sonra ülkemizin geleceği ile ilgili kafamda beliren en önemli çözüm; bundan böyle insan niteliği, özellikle idare ve siyasette insan niteliğini "kalitesini" arttırmak olduğu doğrultusunda. On ilimizde yaşanan iki büyük deprem ülkemiz için bir dönüm noktasıdır, tıpkı milat gibi; DEPREMDEN ÖNCE ve DEPREMDEN SONRA TÜRKİYE! İnsan niteliği, kalitesi artmadığı sürece her şey aynen eskisi gibi devam edip gidecektir...
İstanbul İplik Fuarı, işimiz gereği her yıl katıldığımız bu fuar deprem nedeniyle Haziran ayına ertelendi. Portekiz'in Porto kentinde düzenlenen Modtissimo Tekstil Fuarı da aynı tarihlerde düzenlendiği için, hazır vakit varken bu fuar ve Porto kentini ziyaret etmeye karar verdim.
15 Şubat Çarşamba İstanbul'dan dört saati biraz aşan uçak yolculuğu sonrasında akşama doğru Atlas Okyanusu kıyısındaki Porto'dayım. Bu kente dört yıl kadar önce bir işadamı ile görüşmek için gelmiş, sadece on beş saat kalmıştım. Tarihi kentin merkezinde yer alan eski bir binadaki otelime yerleşip hemen "inişli, yokuşlu" Porto sokaklarına çıkıyorum. 15. ve 16. yüzyıldan kalma ayrıca en yenisi gene yüz yıldan eski binalar arasında alacakaranlıkta adeta tarihi yaşıyorum. Yüzlerce yıldır korunmuş devlet binaları, mabetler, küçük dükkanlar, kitapçılar, kafe ve restoranlar göze çarpıyor.
Ertesi gün Modtissimo Tekstil Fuarındayım. Tek bir binada sergilenmiş küçük ancak Portekiz ve bu ülke ile çalışan firmalar için önemli bir fuar. Kumaşlar, elyaf ve iplikler, ev tekstili hatta teknik tekstil ürünleri bu fuarda sergilenmekte. Türkiye, özellikle Bursa'dan bazı dostlarılarımız, floş iplik müşterimiz kumaş üreticileri de bu fuarda stanları ile yer almaktalar.
Portekiz'deki tekstil üreticilerinin Türkiye'deki üreticilere nazaran biraz daha üst seviye ve kalitede, hatta daha pahalı ürünler ile sanayilerini geliştirdiklerini görüyorum. İspanya kaynaklı, Türkiye dahil Avrupa giyim sektörünü elinde tutan bazı büyük uluslararası zincir mağazalara Portekizli üreticilerin ilgi göstermediğini anlıyorum. Nedenini sorduğumda "ucuz ürünler" yada ucuz mal peşinde olan bu tür dev zincirler yerine, katma değeri daha yüksek ürünler, daha pahalı ve karlı ürünler geliştirerek küçük zincirler hatta butik mağazalar tarzı alıcılara yöneldiklerini öğreniyorum.
Ertesi sabah otel resepsiyonunun yardımıyla bulduğum rehberim ve onun kullandığı "Tuk-Tuk" diye adlandırılan araç ile daracık Porto sokaklarındayız. Yüzyıllardan beri hiç değişmemiş inişli, yokuşlu bu dar sokaklar birden geniş meydanlara ve tarihi binalara çıkıyor. Çiçekli balkonlarından bakan yaşlılara el sallıyorum. Rehberim "Fatima Hanım" hem moto siklet tarzı gidonlu aracı kullanıyor, bir taraftan da alışkın olduğu şekilde adeta megafondan çıkıyormuşçasına bir sesle bana tarihi kenti anlatıyor.
Kentin tepesinde yer alan Manastırın bahçesinden aşağıya; nehir, tarihi köprü ve arka plandaki şehri "Akdeniz güneşinin parıltısı" altına hayranlıkla seyrediyorum. İşte o an bir eksik tamamlanıp manzara mükemmele ulaşıyor; Bir sokak müzisyeni elinde gitar, ve bölgeye has sesiyle minik fakat harika bir konsere başlıyor...
Porto'nun dar sokakarında sallana, sallana seyirtmeye ve tarihi yaşamaya devam ediyoruz. Bir ara işlerine ara verip, sohbete dalmış inşaat işçilerini farkediyorum. Fatima hanımdan durmasını rica ediyor ve onlara doğru koşuyorum. Anlatabildiğim kadarıyla, hiç keyiflerini bozmamalarını, sadece biraz sohbet etmek istediğimi belirtiyorum. Rehberim de Tuk-Tuk'u parkederek tercümanlığa başlıyor.
Porto'da 2000'li yıllardan hemen önce tarihi kentin restorasyon çalışmaları başlıyor. Son on yıl içinde de bu çalışmalar çok hızlanıyor. Özellikle Avrupa'dan sermaye sahipleri gelip tarihi binaları satın alarak restore ettiriyor ve turizme açıyorlar. Bu nedenle sezon başlamadan kentin her tarafında hummalı çalışmalar var, kent yer yer şantiye alanı gibi.
Restorasyon işçileri soruyorlar; nerelisiniz? Her zaman yaptığım gibi "size tahmin etmeniz için üç şans veriyorum, ülke olarak" diyorum, saymaya başlıyorlar. Hemen, hemen her ülkede olduğu gibi tutturamıyorlar ve ben yanıtlıyorum; El Turco! İşçilerden biri daha önce Belçika'da çalıştığını ve sektörden Türk arkadaşları olduğunu söylüyor. Beraber bir fotoğraf çekilip şehri gezmeye devam ediyoruz. Nehir kenarında yer alan kafe ve restoranlar cıvıl, cıvıl; kışın bile çoluk çocuk turist aileler var, yazın bu kentin ne kadar çok ziyaretçi ağırladığını tahmin edebiliyorum.
Cumartesi öğleye doğru THY'nin İstanbul uçağı için Porto Havalimanındayım. Uçağımızın neredeyse tamamı Türkiye'ye turistik seyahat gerçekleştirecek Portekizlilerle dolu; buna çok memnun oluyorum. Elbette yan koltukta oturan beyefendi gibi İstanbul'dan "transit" aktarmalı olarak başka ülkelere uçacak yolcular da var.
Turistlerin genellikle İstanbul ve Kapadokya'yı ziyaret edeceklerini öğreniyorum. Seyahat etmenin keyfi ve heyecanı yanında bir endişelerini dile getirmeden edemiyorlar ve soruyorlar; gideceğimiz kentler deprem bakımından risklimidir?...
"Depremden önce ve depremden sonra" ülkemiz Türkiye... Bu çok değerli coğrafya "nitelikli insan" popülasyonunu, sayısını arttırmak zorunda. Bu nitelikli insanlar da "mümkün olduğu kadar çok" ülke idaresinde söz sahibi olmalılar, ellerini taşın altına koymalılar; başka yolu yok!
İstanbul İplik Fuarı, işimiz gereği her yıl katıldığımız bu fuar deprem nedeniyle Haziran ayına ertelendi. Portekiz'in Porto kentinde düzenlenen Modtissimo Tekstil Fuarı da aynı tarihlerde düzenlendiği için, hazır vakit varken bu fuar ve Porto kentini ziyaret etmeye karar verdim.
15 Şubat Çarşamba İstanbul'dan dört saati biraz aşan uçak yolculuğu sonrasında akşama doğru Atlas Okyanusu kıyısındaki Porto'dayım. Bu kente dört yıl kadar önce bir işadamı ile görüşmek için gelmiş, sadece on beş saat kalmıştım. Tarihi kentin merkezinde yer alan eski bir binadaki otelime yerleşip hemen "inişli, yokuşlu" Porto sokaklarına çıkıyorum. 15. ve 16. yüzyıldan kalma ayrıca en yenisi gene yüz yıldan eski binalar arasında alacakaranlıkta adeta tarihi yaşıyorum. Yüzlerce yıldır korunmuş devlet binaları, mabetler, küçük dükkanlar, kitapçılar, kafe ve restoranlar göze çarpıyor.
Ertesi gün Modtissimo Tekstil Fuarındayım. Tek bir binada sergilenmiş küçük ancak Portekiz ve bu ülke ile çalışan firmalar için önemli bir fuar. Kumaşlar, elyaf ve iplikler, ev tekstili hatta teknik tekstil ürünleri bu fuarda sergilenmekte. Türkiye, özellikle Bursa'dan bazı dostlarılarımız, floş iplik müşterimiz kumaş üreticileri de bu fuarda stanları ile yer almaktalar.
Portekiz'deki tekstil üreticilerinin Türkiye'deki üreticilere nazaran biraz daha üst seviye ve kalitede, hatta daha pahalı ürünler ile sanayilerini geliştirdiklerini görüyorum. İspanya kaynaklı, Türkiye dahil Avrupa giyim sektörünü elinde tutan bazı büyük uluslararası zincir mağazalara Portekizli üreticilerin ilgi göstermediğini anlıyorum. Nedenini sorduğumda "ucuz ürünler" yada ucuz mal peşinde olan bu tür dev zincirler yerine, katma değeri daha yüksek ürünler, daha pahalı ve karlı ürünler geliştirerek küçük zincirler hatta butik mağazalar tarzı alıcılara yöneldiklerini öğreniyorum.
Ertesi sabah otel resepsiyonunun yardımıyla bulduğum rehberim ve onun kullandığı "Tuk-Tuk" diye adlandırılan araç ile daracık Porto sokaklarındayız. Yüzyıllardan beri hiç değişmemiş inişli, yokuşlu bu dar sokaklar birden geniş meydanlara ve tarihi binalara çıkıyor. Çiçekli balkonlarından bakan yaşlılara el sallıyorum. Rehberim "Fatima Hanım" hem moto siklet tarzı gidonlu aracı kullanıyor, bir taraftan da alışkın olduğu şekilde adeta megafondan çıkıyormuşçasına bir sesle bana tarihi kenti anlatıyor.
Kentin tepesinde yer alan Manastırın bahçesinden aşağıya; nehir, tarihi köprü ve arka plandaki şehri "Akdeniz güneşinin parıltısı" altına hayranlıkla seyrediyorum. İşte o an bir eksik tamamlanıp manzara mükemmele ulaşıyor; Bir sokak müzisyeni elinde gitar, ve bölgeye has sesiyle minik fakat harika bir konsere başlıyor...
Porto'nun dar sokakarında sallana, sallana seyirtmeye ve tarihi yaşamaya devam ediyoruz. Bir ara işlerine ara verip, sohbete dalmış inşaat işçilerini farkediyorum. Fatima hanımdan durmasını rica ediyor ve onlara doğru koşuyorum. Anlatabildiğim kadarıyla, hiç keyiflerini bozmamalarını, sadece biraz sohbet etmek istediğimi belirtiyorum. Rehberim de Tuk-Tuk'u parkederek tercümanlığa başlıyor.
Porto'da 2000'li yıllardan hemen önce tarihi kentin restorasyon çalışmaları başlıyor. Son on yıl içinde de bu çalışmalar çok hızlanıyor. Özellikle Avrupa'dan sermaye sahipleri gelip tarihi binaları satın alarak restore ettiriyor ve turizme açıyorlar. Bu nedenle sezon başlamadan kentin her tarafında hummalı çalışmalar var, kent yer yer şantiye alanı gibi.
Restorasyon işçileri soruyorlar; nerelisiniz? Her zaman yaptığım gibi "size tahmin etmeniz için üç şans veriyorum, ülke olarak" diyorum, saymaya başlıyorlar. Hemen, hemen her ülkede olduğu gibi tutturamıyorlar ve ben yanıtlıyorum; El Turco! İşçilerden biri daha önce Belçika'da çalıştığını ve sektörden Türk arkadaşları olduğunu söylüyor. Beraber bir fotoğraf çekilip şehri gezmeye devam ediyoruz. Nehir kenarında yer alan kafe ve restoranlar cıvıl, cıvıl; kışın bile çoluk çocuk turist aileler var, yazın bu kentin ne kadar çok ziyaretçi ağırladığını tahmin edebiliyorum.
Cumartesi öğleye doğru THY'nin İstanbul uçağı için Porto Havalimanındayım. Uçağımızın neredeyse tamamı Türkiye'ye turistik seyahat gerçekleştirecek Portekizlilerle dolu; buna çok memnun oluyorum. Elbette yan koltukta oturan beyefendi gibi İstanbul'dan "transit" aktarmalı olarak başka ülkelere uçacak yolcular da var.
Turistlerin genellikle İstanbul ve Kapadokya'yı ziyaret edeceklerini öğreniyorum. Seyahat etmenin keyfi ve heyecanı yanında bir endişelerini dile getirmeden edemiyorlar ve soruyorlar; gideceğimiz kentler deprem bakımından risklimidir?...
"Depremden önce ve depremden sonra" ülkemiz Türkiye... Bu çok değerli coğrafya "nitelikli insan" popülasyonunu, sayısını arttırmak zorunda. Bu nitelikli insanlar da "mümkün olduğu kadar çok" ülke idaresinde söz sahibi olmalılar, ellerini taşın altına koymalılar; başka yolu yok!