[email protected]
3 Eylül 1917 tarihli bir mektup. Mektup; Merdiven, Mukaddime, Bir Yaz Gecesi Hatırası, Bir Günün Sonunda Arzu, Gece ve başka birçok şiiriyle tanınan ünlü şair Ahmet Haşim tarafından arkadaşına yazılmış. Arkadaşı ise sonradan Manisa Milletvekili olan, bakanlık da yapan Refik Şevket Bey (Refik Şevket İnce). Osmanlı Devleti’nin son dönemleri. Ahmet Haşim, şairliğinin yanı sıra aynı zamanda Osmanlı Hükümeti tarafından görevlendirilerek Anadolu’nun değişik yerlerinde teftişler yapan ve bunları rapor eden bir devlet görevlisi, iaşe müfettişi.
Mektubun sadeleştirilmiş tam metnini burada paylaşıyorum. Biraz uzun, sıkılmadan okumanızı diliyor, sonrasında bu mektubun ışığında bir takım çıkarımlarda bulunmak istiyorum. Nihai değerlendirmeyi ise siz değerli okurların takdirlerine sunuyorum;
Sevgili Refik,
İhtimal sana fazla yazıyorum. Fakat ben bundan memnunum. Bulunduğum noktalardan sana doğru uçurduğum bu mektuplarla pervaz-ı evraktan hâsıl olmuş ve bütün mesafeler boyunca sürekli maddi ve manevi bir bağ ile kendimi sana bağlı tutmak istiyorum. İletişimimizin bu gidişatı seni bunaltıyor mu? Geçen mektubumu Niğde’den yazmış ve o mektubu gönderdikten sonra sancağın bütün kazalarını teftişe çıkmıştım. Yirmi gün süren ve nice bağ ve bahçe sefalarına rağmen ruhumda hiçbir hakikî lezzetin hatırasını bırakmayan bu devrenin sonunda bu ikinci mektubu gene Niğde’den yazıyorum. Gördüğüm Anadolu hakkında bilmem sana ne yazayım? Öncelikle bu bölgede kimler yaşıyor? Görülen harabelerin yapıcısı hangi cins yaratıktır? Bunu, köy ve kasaba diye gördüğümüz renksiz harabe yığınlarına bakıp anlamak asla mümkün olmamıştır. Anadolu köylüsünü sınıflandırmada karıncalar cinsine ithal etmeli fikrindeyim. Gündüz ağaçsızlıktan dolayı müthiş bir güneş altında yanan ve gece en güzel yıldızlar altında bütün böceklerinin sonsuz sesleriyle uzanıp giden bu araziden herhangi saat geçilmiş olsa yalnız yiyeceğini tedarikle meşgul, “gıda” sabit fikirliliğiyle sersemleşmiş, neşesiz ve yorgun bir insaniyetin zor çalışma şartlarına tesadüf olunur. Sanki cehennemî bir fırın karşısından yeni ayrılmış gibi yüzleri kıpkırmızı, dudakları çatlak, elleri kuruyup siyahlaşan bütün bu insanlar ya gıda maddesini biçmekle, ya onu taşımakla, ya onu savurmakla veyahut onu metharlarına doğru çekip götürmekle meşgul görünür. Tıpkı karıncalar gibi, tıpkı karıncalar gibi…
Fakat boğazlarının kârına olarak aklın bütün maharetlerini ret ve iptal eden bu adamların boğazı da memnun etmekten pek uzak bulundukları, en zenginlerinin evinde geçirilen bir gecenin sabahında, nefis bir yemek diye sofraya getirilen suyla pişmiş uğursuz bir fasulyanınbarsaklarda sebep olduğu gazlar ve ıstıraplar ile uyanılıp da anlaşıldığı zaman, bu akılsız kardeşlerin maksatsız hayatına, boşa giden üstün gayretle çalışmalarına karşı derin bir elem duymamak mümkün değildir.
Refik; Ankara’da, Almanya İmparatorunun Anadolu hastalıklarını tetkik etmek üzere gönderdiği bir tıp heyetinin bazı büyük rütbeli ileri gelenleriyle görüştüm. Bunlar, bir seneden beri her gelen hastayı ücretsiz muayene etmek ve mümkün olduğu kadar incelemelerini sıhhatli kişiler üzerinde (mektep talebesi gibi) yapmak suretiyle şunu anlamışlardır ki, Anadolu Türklerinin karınları kurtlarla yüklü ve kanları bu kurtların salgıladığı parazitlerle dolu bulunuyor. Cinsi, yakın bir yok olma ile tehdit eden bu hâlin sebebi neymiş bilir misin? Beslenme eksikliği.
Her ne kadar garip görünse de Anadolu Türkleri henüz ekmek yapımından bile habersizdirler. Yedikleri mayasız bir yufkadır ki, ne olduğunu yiyenlerin midesine bir sormalı. İstisnasıznakil araçları kağnıdır. Ellerinde esir olan öküzler ve bu türden hayvanlar için en zalim düşüncelerin bile icadından aciz kalabileceği -bununla beraber ağır, dar ve maksada gayr-ı salih bu âlet- hiç şüphe yok ki, taş devri keşfi ve aletlerindendir. Kağnı bir araba değil, fakat hayvana yapışıp onun hayat unsurlarına hortumunu sokan ve bu suretle kanını ve canını çeken bir canavardır. Uzaktan görüldüğü zaman heyet-i umumiyesiyle bir arabadan ziyade büyük ve korkunç bir karafatma hissini veren tarihe aşina bir göz için üzerindeki uzun değneği ve ayakta duran arabacısıyla dara ve keyhüsrev devirlerine ait taşlar üstünde çizilmiş ilkel arabaları hatırlatan bu kağnıların boyunduruğu altında masum hayvanların çektiği azabı gördükçe, onu sevkeden sakin köylünün insanlar gibi bir ruhu olup olmadığından şüphe ettim.
Anadoluluların becerikliliği ancak öküz tezeğini kullanmakta ve onu kullanılmaya uygun bir hâle sokmak için buldukları çarelerin çeşitliliğinde görülür. Tezeğin bu adamlar nezdindeki kıymeti hayret vericidir. Sürüler meraya çıkarken veyahut akşam şehre girerken kadın ve çocuk, gözleri nurlu bir noktaya cezp edilmiş gibi, öküz k.çlarından bir saniye dikkatlerini ayırmayarak ve yüzlerce rakipten geri kalmak korkusuyla seri adımlarla koşarak, öküz g.tünden düşen en ufak b.k parçasını toplamak üzere dirseklerine kadar bulaşık elleri ve hırstan gözbebekleri fırlamış gözleriyle yere kapanırlar. Bu b.klar toplanır, sepetlere doldurulur, evlere cem ettirilir ve nihayet bir altın mayası yoğurur gibi, altın gerdanlıklı genç kadınlar beyaz kollarıyla onu yoğururlar ve muntazam yuvarlaklar hâline koyup kurumak üzere duvara yapıştırırlar. Anadolu’nun duvarları bu öküz pislikleriyle sıvalıdır. Bütün havalarında o hoş koku solunur. Yemekleri, sütleri, ekmekleri hep tezek dumanının kokusuyla ele alınmaz bir hâldedir. Eski Mısırlılardan ziyade Anadolulular Apis öküzüne hürmet etmeliydi. Öküz burada hayat-ı umumiyeninzenbereğidir.
Evlerine gelince, onlar da öyle: Duvarlar yontulmamış alelâde taşların, çalı çırpının, leylek yuvasında olduğu gibi, gelişigüzel dizilmesinden hâsıl olmuştur. Baca nedir, bilir misin? Dibi kırık bir testi. Kızılırmak civarında, büsbütün ev inşasından da feragat ederek, toprağın maddesel özelliğinden yararlanarak dağları oymakla vücuda getirdikleri mağaralar içinde kuşlar gibi yaşarlar. Nevşehir’den yarım saat beride güvercinlik adında kovuklardan oluşan bir köy vardır ki, hakikaten ancak bir güvercinlik olmaya yakışan bir köydür. Anadolu, külliyen temizlikten mahrumdur. Sakallı Celâl’in dediği gibi en nefis bir icatları olan yoğurt bile pislik mahsulünden başka bir şey değildir. Kaynamış süte kirli bir demir parçası yahut eski bir gümüş para atılsa sütün derhal yoğurda dönüşeceğini sen de bilirsin.
Anadolu, hemen hemen bir uçtan bir uca firengilidir. Anadoluluların güzelliği de bozulmuştur. Bir köy, bir kasaba veya bir şehrin kalabalığına bakılsa, şehrin kalabalığında o kadar topal, topalların o kadar çeşitlisi, o kadar cüce, kambur, kör ve çolak görülür ki, insan kendini eşyanın şeklini bozan dışbükey bir camla etrafa bakıyorum zanneder. Bununla birlikte güzel oldukları zaman da güzelliklerinin emsalsiz olduğunu itiraf etmeli. Siyah, derin ve titretici gözlerle insana bakan şalvarlı, düzgün ölçülü Anadolu kadınları; sizleri nasıl unutacağım? Gençleri, insanın bazen en mükemmel bir örneğini temsil ederler. Fakat bunlar, nadirlerdendir.
Refik. Anadolulular hakkında sana daha çok yazacak şeyler varsa da mektuba gülünç bir makale süsü vermemek için bu konuyu burada kesiyorum. Anadolu seyahati artık benim için nihayet buluyor demektir. Bundan da üzgün değilim. … Niğde teftişi son bulmuştur. İâşe heyet-i teftişiyesine girdiğim günden beri kazandırmış olduğum tutar iki bin liraya varmıştır. Benim zararım ise pek çoktur. Öncelikle sağlığım bozuldu. Hayli keçi eti yedim. Birçok da gereksiz masraflar ettim ve rahatımdan da birçok şey kaybettikten sonra yerimden de oldum. Yakında, belki üç gün sonra İstanbul’a gidiyorum.
Ahmet Haşim, 3 Eylül 1917
Kaynak: Güzel Yazılar Mektuplar—Türk Dil Kurumu yayınları (s.67–72)
Mektup bu şekilde sonlanıyor. Bu mektubu okuduktan sonra bende iki değişik kanaat oluştu. İlki eğitimsiz, ihmal edilmiş, maddi ve manevi zor koşullar altında ezilen Anadolu halkının durumuna üzüldüğünü hissettirmeye çalışan Ahmet Haşim’in, gözlemlerini yazıya dökerken kullandığı ifadelerin o yıllarda İstanbul ile Anadolu arasında nasıl kopuk bir iletişim olduğu gerçeğini ortaya koyuyor olması.
İkincisi ve daha önemlisi ise 1917 Eylül’ünde Anadolu coğrafyasında halkımızın içinde bulunduğu hazin durum elbette. Reşat Nuri'nin deyişiyle; "mistik, uzak evliyalar diyarı" zahire deposu ve er yatağından ibaret görülen Anadolu halkının gerçekleriyle 20. yüzyıla kadar yüzleşilemedi. Anadolu halkına millet kimliği kazandırılarak değer verilmeye Cumhuriyet ile birlikte başlandı. Birçok kaynakta da belirtildiği üzere; düşünün ki Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında, milli mücadele yılları döneminde İstanbul-Ankara arası karayolu ulaşımı 80 saat sürüyor. Karayolu denilen yollar eski kervan yollarından ibaret. Ankara ve Konya’dan öteye ray yok. Memlekette doğru dürüst hastane yok. Gaziler İstanbul’da Ayasofya’da tedavi ediliyor. Kumaş alabilmek için insanlar saatlerce sıra bekliyor. Sular idaresine işgal güçleri el koymuş, asayiş yok. Hıristiyanlaştırmak için sık sık küçük kız çocukları kaçırılıyor. Orduya at bulabilmek için atlı tramvayların atlarına el konuluyor. Asker, eriyen çarığına bez bağlıyor. Lozan’a giden heyetin not kâğıtları bitiyor. 1864-1899 arası doğmuş, baba-oğul tüm nesil ya şehit ya da gazi. Cepheden evlerine dönebilen gaziler ya gözünü kaybetmiş ya da başka bir uzvunu. 1911 de başlayan askerliği 1923 e kadar devam eden, cepheden cepheye koşan vatan evlatları var. Köylü bitkin ve perişan. Savaş yıllarında 2 milyon Anadolu insanı tifüsten ölmüş. Ağa ile çoban arasındaki tek fark pantolonlarındaki yamaların sayısı sadece. Erzurum Kongresi öncesi bakkal Atatürk’e verdiği veresiyeyi kesmiş, borç para bulunarak bakkalın hesabı kapatılmış…
İşte böyle bir tablo ile Kurtuluş savaşı kazanılmış. Bu necip millet, Mustafa Kemal’in önderliğinde topyekûn savaşarak onurunu ve vatanını kurtarmıştır. Cumhuriyet kurulduktan sonra Anadolu halkının kara yazısı süratle aydınlığa dönmüş, öncelikle millet olma şuuru tecelli etmiş ve insanlar değer görmeye başlamıştır. Bu aziz milleti Büyük Atatürk, ‘’Büyük Türk Milleti’’ olarak görmüş ve ömrü boyunca da böyle hitap etmiştir. Anadolu’nun her ücra köşesine her türlü hizmet süratle götürülmüş ve yılların makus talihi çok kısa süre içinde yenilmiştir. Cumhuriyetin kazanımları o kadar değerli ve anlamlıdır ki temelinde büyük bir milletin çilesi, emeği, alın teri, gözyaşı ve şerefi vardır. Anadolu insanı, Cumhuriyet ile birlikte elde ettiği hakların ve gördüğü değerin farkında olarak Cumhuriyetine, kuruluş değerlerine ve Büyük Atatürk’ün işaret ettiği çağdaş uygarlık yolundan ödün vermeyerek, özgürlüğüne ve geleceğine sahip çıkmak hedefinden asla vazgeçmemelidir.
Ey Türk gençliği!Birinci vazifen;Türk istiklâlini,Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.Mevcudiyetin ve istikbalinin yegane temeli budur."Mustafa Kemal Atatürk"