Rahmetli Ali İhsan abiyi ben, 1960 ihtilalinden sonra tanıdım. Bizim evde el tezgahlarında çarşaf dokumuştur. Ben o zaman ortaokulu okuyordum. İyi ki tanımışım, kendisiyle ölünceye kadar dostluğumuz devam etmiştir.
Kendisi Buldan’da 7 den 70 e kadar herkesin sevgisini ve saygısını kazanmış birisidir. Kış geceleri, akşam iş bitince sobanın etrafında, diğer kalfamız Silleli Mehmet abiyle , babamla sohbet yapılırdı. Mehmet abi hemen sohbeti açar, “Ali İhsan hadi bakalım, muhabbete başla” der, o da zaten hazırdır, saatlerce muhabbet akıp giderdi. Ben de birinci ağızdan muhabbetlerini dinleme fırsatını yakalardım. Hele bir askerlik hatıraları vardır ki insanların hafızalarına kazınmıştır. 20-30 defa dinleseler bıkmazlar, hala tekrar tekrar anlatılır, bıkmazlar.
İlk acemi birliğine varırlar, 15-20 kişi teslim olurlar. İlk sorulan sorulardan biri, sanatın varmı dır. Herkes birer adım atarak sanatını söyler, öne çıkar. Bir tek Ali İhsan abi kalmıştır geride. Ben enayimiyim der, fırlar öne, ben de berberim der. Zaten gelen acemi çok, berber ihtiyacı fazla. Hemen berberhaneye götürürler. Hayatında eline makine ve ustura almışlığı bile yok, iş olsun diye söylemiştir. Başlar tıraşa. Makinanın altında askerler acıdan hoplar, kalan ufak tefek saçları da elimle asılıyorum der. Kimi askerlerin yanaklarını keser. Seyreyleyin cümbüşü, o askerlerin yerinde olmak istemezsiniz.
Birkaç hafta sonra subay berberi izne gider. Yerine berber lazım. Bizimkini çağırırlar, geçici olarak aletleri teslim alır, sabah göreve başlar. Alayın komutanı servisle beraber yanında yetişkin 2 kızını getirir ve Ali İhsan abiye şöyle der: “Evladım kızların saçını uygun bir şekilde kesiver.” Bizimkisi emredersin der, komutan gider. Kızın birini koltuğa oturtur, karşıda kırık, yarım bir ayna var. Önce o aynayı çaktırmadan ters çevirir. Diğer kız da mecmualara dalmıştır. Alır eline makası, tarağı başlar asma budar gibi kesmeye, kaptırmış gidiyor. 15-20 dakika sonra şöyle bir geriye çekilir bir bakar ki kızın başında saç kalmamış. O arada komutan çıka gelir. Bir kızın başına bakar, bir de Ali İhsan abinin suratına; “bu ne rezalet, ulan kim sana alet edevat verdi” der, ağzına geleni söyler. Kızını indirir koltuktan, giderken bizimki ne der beğenirsiniz; “Komutanım öteki kızın saçını kesmeyecek miyiz?” Komutan da artık sigortalar atar, ağzına geleni söyler ve o’nu berberhaneden kovar.
Askerliğin son aylarında sürgüne gider. Birliğine vardığı zaman sorduklarında, sanatın varmı dediklerinde fırıncıyım der. Ve yeni maceraya atılır. Fırıncıyım demesinin sebebi, askerden önce 15 gün Hacaşa Mehmet amcanın yanında simit satmasıdır. Derler ki “tam biz e adam lazımdı, peki branşın nedir?” Hamurkarım der. O gece hamur tutmaya kalkar. Anladığı falan da yok. Hava kış, ılık suyla veya sıcak suyla olması lazım. Ama dayanıyor soğuk suyu. Sabahleyin ekmekler pişmemiş, içleri top top. Nöbetçi subayı kürekçi askere kızıyor nedir bu ekmeklerin hali diye. Asker de “komutanım bu benim suçum değil, hamurkarın suçu” der. “Kim bu?” diye sorunca yeni gelen usta derler. “Çağırın onu bana”der. Rahmetli şöyle anlatırdı: “Elimin hamuruyla, unuyla aşağıya indim. Subay sabah sabah dört tane çaktı, feleğim şaştı.” Subay “Nedir ulan bu ekmeklerin hali” deyince, “komutanım ben dün utandım söyleyemedim, ben esas kürekçiyim” deyince, “tamam” der komutan, “geç bakalım küreğe, görelim.” Ertesi sabah küreğe geçer. Fırın elektriklidir. Fakat bizimki farkında değildir. Memleketteki gibi odunlu zanneder. 300 ekmeği fırına yerleştirir. Kapağını kapatır, ve alaya gezmeye gider. Gezerken Denizlili bir askeri ağlarken görür. O askerin nişanlısını kaçırmışlar, mektup almış, dertli. Onunla uğraşırken vaktin nasıl geçtiğini bilemez. Aradan 1 saat geçmiş, ekmekler aklına gelir. Dolu dizgin fırına koşar, fakat kara duman almış yürümüş. Ki duyduysa toplanmış. Hiç kimsye aldırış etmeden ekmekleri çıkarır, fakat hepsi yanık kara kara. Alayın komutanı nedir bu rezalet diye sorunca, Ali İhsan abi komutanına “bu fırın elektrikli imiş, kimse bana söylemedi. Bizim oralarda 1- 1.5 saatte anca pişer” der. Komutan “peki ne olacak bu durum” deyince bizimki “öderim komutanım“ der. “Neyle ödeyeceksin?” denilince, “maaşım var komutanım” der. Komutan “Kaç para senin maaşın?” diye sorunca, “35 kuruş komutanım” der. “Evladım bu parayla ödenir mi?” deyince bizimkinin cevabı şöyle olur: “Çok verin çok ödeyeyim.” Komutan bölüğün komutanına döner, “doldurun bunun terhisini, gönderin. Daha fazla askeriyeyi zarara sokmasın” der. Postalarlar geriye.. Rahmetlinin çok hoş anıları vardı.
Daha Güney’de yaşarken, bir gün tiyatro topluluğu gelir. Tabi, Ali İhsan abi bir çok topluluğu tanıdığı için reklama başlar. Ciple Güney sokaklarında gezmekte, bir taraftan elinde megafon, sağında ve solunda gurubun iki bayan elemanları. Tesadüfen hanımı (Allah uzun ömürler versin) Saniye yenge bunları görür ve cipin önüne geçer durdurur. “Ali İhsan sen utanmıyor musun kadınlarla gezmeye, in çabuk arabadan. Tu utanmaz” deyince, arabadaki bayanlar, “Ali İhsan Bey, bu bayan ne diyor, tanıyor musunuz” derler. Ali İhsan abi “ yok canım! Bu kadın buranın delisidir. Siz sürün devam edin” der, oradan uzaklaşırlar.
1950 yılları.. Rahmetli Göbekli Veli amca yukarı parkı sinema olarak çalıştırırken, Ali İhsan abi de onun yanında çalışırdı. 10 dakika film arasında, o zamanlar gazozlar kova içinde satılırdı. Gene bir gün film oynarken, Ali İhsan abi locada oturan Fransızca öğretmeni bayanın yanına gider; eskiden tanıdığı için sohbet yapma babında tabii ki. O zamanlar yükseklerde loca tabir edilen bölmelerde aileler otururdu. Bunlar şimdiki Pekdemir marketin olduğu yerdeki Numune Kardeşler sinemasında ve Kızılay sinemasında vardı. (Bilhassa gençlerin bilmesi için bahsediyorum) 5-10 dakika sonra film ara verir ama Ali İhsan abi ortalarda görülmüyor, gazoz satılmıyor. Bu arada Ali İhsan abi sohbet ediyor bayanla. Bayana “bu sinemanın yarısı benim, yarısı da şu ortada gezen göbekli adamın” der. Sallamaya başlar. O arada Göbekli Veli bir bakar ki Ali İhsan locada oturuyor, işaret eder, çabuk aşağıya in gazoz satmaya başla diye el kol hareketleri yapar. Bayan, “Ali İhsan Bey, beyefendi sizi çağırıyor galiba” deyince, bizimki şöyle bir bakar ve “yok canım o beni çağıramaz, arada bir öyle sineklenir de onları kovalıyordur” der.
1960 yıllarında bizim yanımızda çalışırken, tiyatro ve konser turneleri geldiği zaman işe gelmez, onlarla gezer, rehberlik yapardı. Ama bu gurupların bir çoklarını tanırdı. Çünkü 1950’li yıllarda İstanbul’da çalışmışlığı vardı, onlarla turnelere çıkmıştı. Avni Dilligil, Kemal Dirim tiyatroları gibi…
1960 yılları sonları ve 1970 yılları başları rahmetli Peydahlı Musa abi ile İstanbul’a adalara kavun karpuz götürürlerdi, tabi ki maiyette Ali İhsan abi var. Anlatırken rahmetli şöyle derdi: “ Benim yevmiyem 50 lira, yarım tavuk, yarım şişe rakı.” Gene bir gün adalara kavun götürürler, sergiyi hazırlarlar. Musa abi İstanbul’a döner. Ali İhsan abi serginin önünde sandalyeye kurulur. Akşama doğru kelli felli olgun birisi, arkada küfeli bir hamalla gelir ve Ali İhsan abiye, “ustam bize biraz güzellerinden kavun seçiver” der. Ali İhsan abi hemen sergiye dalar, sanki kırk yıldır kavun karpuz satıyor mübarek. Kavunu eline alır, koklar, kafayı sallar; anlıyormuş gibi. Küfe dolar. Adam der ki, “ustam inşallah tatlıdır bunlar.” Ali İhsan abi de “merak etme beyefendi şeker kavunudur bunlar” der ve adamı uğurlar.
Devamını şöyle anlatırdı rahmetli: Adam eve varmış, sofrayı kurdurmuş, hanımına demiş ki (Sanki adamın evini görüyor) şu ustanın seçiverdiği kavunlardan keselim, rakıyla güzelce bir yiyelim. Hanımı birini keser kabak, tadı yok. Birini daha keser ayni derken, 6-7 tane kesilir. Hepsi tatsız. Adam kızar, hamalı tekrar çağırır, küfeyi doldururlar, geriye Ali İhsan abinin yanına gelirler. Adam öfkeyle “yahu usta bu kavunların hepsi kabak ve tatsız. Al bunları geriye” der. Tabi Ali İhsan abinin cevabı hazırdır: “Beyefendi siz bunları nasıl yediniz” diye sorar. Adam “kestik, tattık, yenecek gibi değil” deyince bizimki, “o olmadı, önce kesince dileceksin, üzerine şeker ekeceksin, buzdolabında bekleteceksin, ondan sonra yiyeceksin. Ben sana söyledim, bunlar şeker kavunudur” der ve adamı ikna ederk gönderir.
Bizim yanımıza çalışmaya gelmeden önce şam tatlısı yapar satardı. Bir gün düğün vardır. Bayraktar gelmemiş. Bayraktarsız düğün olmaz. Ali İhsan abi de oralarda şam tatlısı satmaktadır. Onu tanıyan birisi, “Ali İhsan gel şu düğünün bayraktarlığını yap” diye teklif eder. Ben yapamam, anlamam dediyse de ikna olur. Ve böylece bayraktarlık hayatı başlamış olur. Ondan sonra bayraktarlığı çok güzel bir şekilde uzun yıllar yürütmüştür. Her düğünü de o meşhur, çok güzel oynadığı Sepetçioğlu türküsüyle süslerdi.
Bayraktarlık öyle pek kolay bir şey değildir. Önce geniş bir çevren olacak, idareci olacaksın, oyunları çok iyi bileceksin. Mesela bir gariban düğünü ve insan az. Meydan boş. Hemen bayraktar meydana çıkar, 5-10 dakika oynar. Sırf bayraktarın hatırı için düğüne gelenler olur. Davetiye falan mı var o zamanlar; sonradan çıkmıştır. Aylar önce okularsın bayraktarı.
Hele Cumartesi gecesi çok kalabalık olur, gelenleri iyi takip edeceksin. Sıralarını şaşırırsan kavga çıkar, olay olur. Bir hadise olsa, karakola önce bayraktarı götürürler. Hele rahmetli Bambul Ahmet meydana çıkarsa yandın. 1 saat çıkmaz meydandan. Düğün dağılır. İstiklal Marşı hariç hepsini oynardı rahmetli. Ali İhsan abi Bambul Ahmet’i idare eder, saat 22.30-23.00’e yakın kaldırır, Bambul’dan küfürü yerdi. Çünkü Bambul Ahmet’in derdi, etraftan seyreden bayanlara hava atmaktı. Gece 23.00 ten sonra pek fazla insan kalmadığı için de Bambul Ahmet’in işine gelmezdi.
Hele 1960 ihtilalinden sonraki düğünlerde bayraktarın işi daha zordu. CHP’liler harbiye Marşı, Demokrat Partililer Osman Paşa çaldırırlar, derken olaylar başlar, silahların çekilmesine kadar varırdı.
İnsanlar, yarısı palavra olan bu muhabbetleri yıllarca zevkle dinlediler ve hala dinlerler. Rahmetli Ali İhsan abi için bir kitap dolusu yazı yazılabilir. Allah gani gani rahmet eylesin. Mekanı Cennet olur inşallah.