www.halisodel.com
E mail : [email protected]
Denizli'den 9 Şubat Perşembe öğleden sonra yola çıktım. Çeşitli kentlerimizden ambulanslar, iş makinaları, yardım malzemesi yüklü kamyonlar, konteyner konutlar konvoylar halinde ilerlemekteydi. Deprem bölgesine henüz yüzlerce kilometre varken, karşı yönden gelen araçların yoğunluğu anlatılır gibi değildi; insanlar bölgeden panik içinde başka kentlerimize akın ediyorlardı.
Adana'ya ulaştım, gece yarısına doğru; hemen depremin vurduğu Güzelyalı ve Huzurevi semtlerine yöneldim. Burası kentin sonradan inşa edilmiş, yeni sayılabilecek ve özellikle site şeklinde binaların yeraldığı semtler.
Yıkılmış binalar, hummalı arama-kurtarma çalışmaları, meydanlarda ateş yakıp ısınmaya çalışan bitkin insanlar, iç içe çadırlar. Geri planda hasarlı ya da terkedilmiş yüzlerce bina; adeta "hayalet kent". Buralarda oluşan yağmalama ve hırsızlık olayları ayrıca hasarlı binaların çökme riski nedeniyle yollar kapatılmış ve güvenlik güçlerinin denetimi altında.
Ertesi sabah Adana'dan Osmaniye'ye geçtim; ortalık savaş alanı gibi! Büyük kalabalıkların olduğu, enkazların yoğunlaştığı kesime yöneliyorum. Moloz yığını haline gelmiş yüz on kişinin yaşadığı "Bilge Apartmanı" önündeyim. Yığınların üzerinde çaresizce çalışmakta olan ekiplere bitkin, tükenmiş, hüzünle bakan ahaliye yaklaşıyorum. Bir bankın üzerinde uyuklamakta olan yaşlı beyin omuzunu tuttum ve sordum "binada tanıdıkların mı var?". "Var ya" dedi altı kişi; ben az ilerde oturuyorum, depremden hemen sonra buraya geldim, bekliyorum işte...
Bilge Apartmanının yan tarafında, bir başka binada oturan kapıcı olduğunu öğrendiğim bir beye yöneliyorum. Herkesi tanıdığı için cesetlerin teşhisi ona yaptırılıyormuş; sekiz saniyede yıkıldı bu bina, diyor. Binadan uzaklaşan anne-kız ve başka iki kardeş gördüm, o kadar, diğerleri hepsi içerde kaldı.
İnsanların anlatacakları çok şey var; bir yaşlı bey konuşmaya başlıyor. Bu binada torunumu buldum; gövdesinin alt yarısı yıkıntının içinde, üstte kalan kısım yüzünü bir tarafı dışında yanmış haldeydi. Bunları anlatırken yaşanan felaketi artık kanıksamış olduğunu farkediyorum ancak son cümleleri bir başka etkileyici idi; Buraya bir şehrin Vali ve Belediye Başkanı imiş geldiler, yan yana durup sırtları enkaza, dönük yanlarında bulunanlara soruyorlardı; fotoğrafımızı çektiniz mi, fotoğrafımızı çektiniz mi?
Depremzedelerin bu katlanılması çok zor halleriyle, şikayet ettikleri konulardan biri duyarsız kamu yöneticileri ve oralarda ilgileniyormuş görüntüsü vermeye çalışan bazı siyasiler.
Torununun yanmış cesedini bulmuş dedenin yüz ifadesi, bazı kamu yöneticilerinin felaket karşısındaki tavrı hakkında fazlasıyla bilgi veriyordu... Yine o çevrede gördüğüm başka illerin Belediyelerinden kurtarma çalışmaları için gelmiş işçilerin anlattıkları da bu istikamette idi.
Tüm bunların üstüne deprem yörelerine guruplar halinde gelen hırsızlar; adım başı hırsızlık vakası duydum. Dün gece burada çok silah sesi duyduk dedi bazı depremzedeler. İhtara rağmen durmayan hırsızlar için vur emrinin olduğunu söyleyenler oldu. Bu konuyu bir ara kısa mesafe ulaşım ricasıyla arabama binen polislere sordum, ancak tam olarak teyidini alamadım
Osmaniye'de enkaz haline gelmiş binaların arasında yürümeye devam ettim. Bir arabanın üzerine yığılmış kitaplar ve bir çanta dikkatimi çekti. Hemen yakında bir depremzede kadınla konuşmakta olan CHP Genel Başkan Yardımcılarından Özgür Özel'i gördüm, yanaştım, elini sıktım; "Özgür bey burada sizinle karşılaşmak anlamlı oldu, son kez Denizli Buldan'da dükkanımı ziyaretinizde, yokluğum nedeniyle telefonla görüştürmüşlerdi". Özgür bey hatırladı, ayrıca yurt genelinde 20.000 kişiye gönderdiğim yılbaşı mektubumun kendisine de ulaşmış olduğunu öğrendiğime memnun oldum.
Osmaniye'den sonra 7.7 şiddetindeki depremin merkezi PAZARCIK'a hareket ettim. NURDAĞI viyadüğüne ulaştığımda felaketin boyutunu bir başka yönüyle gördüm. Asfaltın bir çok bölümü geniş aralıklarla yarılmış, bazı kısımları tabakalar halinde kat, kat parçalanmıştı. Dev viyadüğün beşik gibi sallandığı ve büyük hasar gördüğü farkediliyordu. Ancak düzgün kısımlarından geçiş verildiği için Pazarcık'a yaklaşmak saatler aldı.
Pamuk linteri ve viskon elyafı işlerimiz için daha önde de bir kaç kez geldiğim Pazarcık yolu üzerinde kilometreler uzunluğunda araç konvoyu vardı. Yarısı yıkılmış bir un fabrikasına yöneldim; görevli bey ile depremde yaşadıkları üzerine sohbet ettik. Sağolsun bana Pazarcık'a daha çabuk ulaşabileceğim, tepe üzerinden büyük kısmı toprak, köy yolunu tarif etti.
Bir köyün girişinde yer alan bina yanındaki alanda yardım merkezi oluşturulduğunu gördüm. Durup bu kalabalığa yaklaştım; erzaklar ahaliye dağıtılıyordu. Binanın merdivenlerinden çıktım ki kapıda bir bey içtenlikle bana "hoşgeldin buyur, gel bir çayımızı iç hele" dedi. İçeri girdim, büyükçe bir odun sobası etrafında oturmuş köyün ahalisi; sıcak çayım geldi.
Herkesin depremde yaşadıklarına dair çok anlatacakları vardı, köyün "Cemevi" idi burası. Pazarcık Belediye zabıta amirliğinden emekli bey "ben burada görevim gereği herkesi tanırım, depremi yalnızca yaşayan bilir" dedi. Oturdukları binanın merdiven kısmı duvarı kırmış, açılan delikten çıkabilmişler ancak binada çok ölen olmuş...
Pazarcık'a girdim yıkılan binaların arasından ürperti ve şaşkınlık içinde ilerledim; yerle bir olmuş, bir kısmı ayakta kalabilmiş ya da ağır hasar görmüş, artçı kuvvetli bir depremle yıkılabilecek binalar...
Kent içinde ilerlerken gördüğüm bir olay bu tarifi olanaksız kederli ortamda, beni gülümsemekten alıkoyamadı; üç, dört yaşlarında bir erkek çocuk soğukta, bazıları ayakta, diğerleri bankın üzerinde oturmakta olan ailesinin önünde neşe ile bir zıplıyor, bir yürüyor kendi kendine oyun çıkarmaya çalışıyordu.
Arabamı durdurdum ve aileye doğru yürüdüm "niye durdum biliyormusunuz, çocuğun neşesi beni sevindirdi, hep böyle neşeli olsun inşallah" dedim. Barış'tı adı, ellerinde kırmızı ambalajıyla iki gofret vardı, annesi seslendi "birini amcaya ver". Dört katlı bir binada oturuyorlarmış, deprem gecesi ilk iki kat tamamen toprağa gömülmüş, zeminle aynı seviyeye gelen üçüncü katta açılan bir duvar yarığından dışarı çıkabilmişler, alt katlardaki ailelerin hepsi ölmüş...
Yolda araba içinde konaklamak zorunda kalabilirim düşüncesiyle yanıma aldığım, battaniye ve bazı giysileri "hepsi tertemizdir size verebilirmiyim" dediğimde memnuniyetle kabul ettiler. Ancak Barış'ın dedesi "bir şartla, biz de size bir şeyler vereceğiz" dedi ve bir plastik küçük kova içinde yumurtaları uzattı. Ben "olmaz bunlara sizin ihtiyacınız var" dediğimde "biz üç gün dışarda kaldık daha dün boş bir çadıra kavuştuk bu yumurtaları ne yapacağız ki, al sana hediyemiz olsun hem köy yumurtası bunlar" dedi. Hayatımda muhtemelen en anlamlı armağandı aldığım; 7.7 ve 7.6 şiddetinde dünyada ender görülen şiddette iki deprem yaşamış Kahraman Maraş Pazarcık'ta...
Gece vakti Kahramanmaraş'a ulaştım. Kentin girişinde yer alan ve yıllardır iş yaptığım Organize Sanayi Bölgesindeki fabrikaların arasında Kızılay tarafından bir hangarda oluşturulan depremzedeler için malzeme ulaşım ve dağıtım merkezindeydim. Deprem bölgesinin her bir yanında tanık olduğum üzere "DEPREM SONRASI DÜZEN" konusunda ülke olarak öğreneceğimiz o kadar çok şey var ki...
Belki yardım malzemesi toplamak, sevk etmek kolay olabilir, asıl maharet bunların deprem mahallinde ayrıştırılması ve depremzedelere ulaştırılması. Bu konuda tanık olduğum "keşmekeş" görüntüler, depremler ülkesi memleketimizin hemen hemen hiçbir konuya hazırlıklı olmadığı yönündeydi.
Maraş'ta on yıldan fazladır tanıdığım iş yaptığım tekstil mühendisi "üstad" Mehmet Ali bey ile görüştüm. Deprem sonrası dört gün araba içinde konaklamışlar ailecek. Isınmak için arabayı çalıştırmak zorunda oldukları için yakıt sıkıntısı çekmişler. Fabrikalarda hasar varmı diye sorduğumda; olmazmı, depremin şiddetiyle makinalar yerlerinden beş, on metre kaymış; bu fabrikaların tekrar üretime geçmeleri için en az üç ay gerekir, diyor...
Gaziantep'e gece geç vakit ulaştım. Kentin girişindeki iki büyük otel depremzedeler için barınma merkezi haline dönüştürülmüş; yüzlerce insan. Sabahtan beri deprem yörelerini dolaşıyorum, burada yiyecek birşeyler bulurum diye içeri girdim. Görevliler kumanya saatinin bittiğini, kalanların Organize Sanayi Bölgesindeki çadır kente gönderilmekte olduğunu söylediler. Aç kaldım diye düşünürken konuşmaya tanık olan yöneticilerden "Alperen bey" in müdahalesi ile karşılaştım. "Ben yemek kazanlarının yüklendiği kamyonetten size bir şeyler ayarlarım, bekleyin" dedi. Strafor kabın içinde gelen çorba ve makarna hayatımdaki en lezzetli yemeklerden oldu; minnettarım Alperen bey...
Antep'in merkezi, tarihi kente ulaştığımda gördüğüm "Antep Kalesi"nin hali beni bu kez başka türlü üzdü. Roma döneminde yapılmış, yüzlerce yıldır ayakta olan bu kalenin duvarları çeşitli yerlerinden yıkılmış, taşlar aşağıda yer alan çarşıya kadar ulaşmıştı. Uzun, uzun çevrede dolaştım, kaleye ve yuvarlanmış, kırılmış kale duvarının taşlarına baktım, bazı taşlara ellerimle dokundum; yüzyıllar önce bu taşları kalenin duvarlarına yerleştiren ustaları düşündüm, andım...
NURDAĞI, önceki adıyla Gavurdağı'na eski yoldan ulaştığımda sabaha karşı saat iki idi. Karanlıklar içindeki yıkık, dökük kentte, aydınlatılmış enkazlar üzerinde iş makinaları ile çalışanlar göze çarpıyordu. Bunlardan birine yakın durdum ve çalışmalar için çevrelenmiş kısma girdim.
Nurdağı Oteli ve iki ayrı bina imiş burada yıkılan. Enkaz yığınındaki molozların en büyüğü neredeyse "bir avuç içi" büyüklüğündeydi. Yakılan ateşin yanında oturmuş, sırtında siyah bir battaniye ile bitkin ancak aralıksız çalışmalara bakan bir bayan dikkatimi çekti. Görevlilerden birine ki, Soma'dan getirilmiş madenci imiş, sordum oturan bayanı. "Ben buraya geleli üç gün oldu, bir an bile ayrılmadı, akrabası varmış enkaz altında, bekliyor" dedi.
Nurdağı, Gaziantep; sabaha karşı ayazda bir ara oturduğu yerden kalkan bayanı farkettim ve yanına gittim. Bu binadamı oturuyordunuz dedim, "yok hayır Eskişehir'den geldim, burada abim vardı" dedi. Sırf ilgi göstermek için, öğrencimisiniz dedim, "hayır bitirdim okulu, buraya abim için geldim" dedi. Arabada kaban, kasket ver istermisiniz, dedim. Teşekkür ederim berem var şurada dedi, belli ki kederden soğuğu bile zor hissediyordu. Omuzunu tuttum, ona bakarak "eee sabredeceğiz, bekleyeceğiz" dedim, işte o zaman "belli bir müddet sonra, çok yakında" ağabeyi hakkında gerçeğini öğreneceği öngörüsüyle ağlamaya başladı...
Bir süre daha Nurdağı'nda kaldım, çalışmaları izledim, dinlenen görevliler, iş makinası operatörleri ile konuştum. İçlerinde daha önceki depremlerde görev yapmış olanlar vardı. Bu kadar süre geçtikten sonra amacın çoğunlukla cesetleri tek parça olarak çıkarabilmek olduğunu söylediler...
DEPREM ŞEHİRLERİNDE ŞAHSEN ÜÇ ÖNEMLİ SONUCA ULAŞTIM;
1) Pazarcık 7.7 ve 7.6 şiddetinde iki ve ilki yerin sadece 7 Km altında gerçekleşen depremin merkezi idi. Buna rağmen ayakta kalan binalar vardı. "Mimarım Cengiz Bektaş" fay hattı üzerine bile bina yapılır, ancak gereken tekniklere uygun olarak, demişti bir sohbetimizde.
Ülkemizde bulunan sanayi sektörlerinden ne yazık ki, başta müteaahitlerin çoğunluğu olmak üzere, nitelik seviyesinin en düşük olduğu sektör "İnşaat Sektörü".
2) TÜRKİYE'DEKİ İNŞAAT SEKTÖRÜ, MÜTEAAHİT ve UYGULAMACILARIN BÜYÜK ÇOĞUNLUĞU HAKKINDA BİLGİ SAHİBİYİZ, TAMAM; ANCAK SİYASİ KAYGILARLA HER SEÇİM DÖNEMİ "İMAR AFFI", "İMAR BARIŞI" OLARAK ADLANDIRILAN ve DEVLET ELİYLE OLUŞTURULAN UYGULAMALAR NEDİR; 20. YÜZYIL TÜRKİYE'SİNDE BU KONUYU ANLAMAK MÜMKÜN DEĞİL!
3)KAVİMLER KÖPRÜSÜ ANADOLU ve BU TOPRAKLAR nice medeniyetleri barındırmış. İşte o medeniyetler böyle depremlerle büyük yıkımlara uğramış, yer değiştirmek zorunda kalmış, zayıflamışlar, hatta bu nedenle saldırılara uğramışlar, işgal olmuşlar ve bir çoğu yok olmuş...
ŞİMDİ TÜRKİYE, MARMARA DEPREMİNDEN KAT BE KAT DAHA BÜYÜK OLAN BU DEPREM İLE BİR SINAV DAHA VERECEK; CUMHURİYET TARİHİMİZİN EN BÜYÜK SINAVLARINDAN BİRİ BU! İŞTE BU SINAV ANCAK "NİTELİK" İLE, ÜLKEMİZ BU ZOR GÜNLERİ ANCAK "NİTELİKLİ İNSANLAR ve YÖNETİCİLER, YÖNETİME TALİP OLACAKLAR" İLE AŞABİLİR!
TÜRKİYE YAKIN GELECEKTE TOPLUMSAL ve EKONOMİK AÇILARDAN BÜYÜK BİR AÇMAZ ve DARBOĞAZ İÇİNE GİRECEKTİR! İŞTE BU NEDENLE "DÜRÜST, GEÇMİŞİNDE BAŞARI HİKAYESİ OLAN, KİŞİSEL DEĞİL, YALNIZCA ÜLKESİ ve İNSANLIK ÇIKARLARINI DÜŞÜNEN" HER KESİMDEN YURTTAŞA BÜYÜK GÖREVLER DÜŞMEKTEDİR. İŞTE ŞİMDİ, BÖYLE NİTELİKLİ YURTTAŞLARIN ELLERİNİ TAŞIN ALTINA KOYMASI GEREKEN BİR SÜREÇ BAŞLAMIŞTIR!
E mail : [email protected]
Denizli'den 9 Şubat Perşembe öğleden sonra yola çıktım. Çeşitli kentlerimizden ambulanslar, iş makinaları, yardım malzemesi yüklü kamyonlar, konteyner konutlar konvoylar halinde ilerlemekteydi. Deprem bölgesine henüz yüzlerce kilometre varken, karşı yönden gelen araçların yoğunluğu anlatılır gibi değildi; insanlar bölgeden panik içinde başka kentlerimize akın ediyorlardı.
Adana'ya ulaştım, gece yarısına doğru; hemen depremin vurduğu Güzelyalı ve Huzurevi semtlerine yöneldim. Burası kentin sonradan inşa edilmiş, yeni sayılabilecek ve özellikle site şeklinde binaların yeraldığı semtler.
Yıkılmış binalar, hummalı arama-kurtarma çalışmaları, meydanlarda ateş yakıp ısınmaya çalışan bitkin insanlar, iç içe çadırlar. Geri planda hasarlı ya da terkedilmiş yüzlerce bina; adeta "hayalet kent". Buralarda oluşan yağmalama ve hırsızlık olayları ayrıca hasarlı binaların çökme riski nedeniyle yollar kapatılmış ve güvenlik güçlerinin denetimi altında.
Ertesi sabah Adana'dan Osmaniye'ye geçtim; ortalık savaş alanı gibi! Büyük kalabalıkların olduğu, enkazların yoğunlaştığı kesime yöneliyorum. Moloz yığını haline gelmiş yüz on kişinin yaşadığı "Bilge Apartmanı" önündeyim. Yığınların üzerinde çaresizce çalışmakta olan ekiplere bitkin, tükenmiş, hüzünle bakan ahaliye yaklaşıyorum. Bir bankın üzerinde uyuklamakta olan yaşlı beyin omuzunu tuttum ve sordum "binada tanıdıkların mı var?". "Var ya" dedi altı kişi; ben az ilerde oturuyorum, depremden hemen sonra buraya geldim, bekliyorum işte...
Bilge Apartmanının yan tarafında, bir başka binada oturan kapıcı olduğunu öğrendiğim bir beye yöneliyorum. Herkesi tanıdığı için cesetlerin teşhisi ona yaptırılıyormuş; sekiz saniyede yıkıldı bu bina, diyor. Binadan uzaklaşan anne-kız ve başka iki kardeş gördüm, o kadar, diğerleri hepsi içerde kaldı.
İnsanların anlatacakları çok şey var; bir yaşlı bey konuşmaya başlıyor. Bu binada torunumu buldum; gövdesinin alt yarısı yıkıntının içinde, üstte kalan kısım yüzünü bir tarafı dışında yanmış haldeydi. Bunları anlatırken yaşanan felaketi artık kanıksamış olduğunu farkediyorum ancak son cümleleri bir başka etkileyici idi; Buraya bir şehrin Vali ve Belediye Başkanı imiş geldiler, yan yana durup sırtları enkaza, dönük yanlarında bulunanlara soruyorlardı; fotoğrafımızı çektiniz mi, fotoğrafımızı çektiniz mi?
Depremzedelerin bu katlanılması çok zor halleriyle, şikayet ettikleri konulardan biri duyarsız kamu yöneticileri ve oralarda ilgileniyormuş görüntüsü vermeye çalışan bazı siyasiler.
Torununun yanmış cesedini bulmuş dedenin yüz ifadesi, bazı kamu yöneticilerinin felaket karşısındaki tavrı hakkında fazlasıyla bilgi veriyordu... Yine o çevrede gördüğüm başka illerin Belediyelerinden kurtarma çalışmaları için gelmiş işçilerin anlattıkları da bu istikamette idi.
Tüm bunların üstüne deprem yörelerine guruplar halinde gelen hırsızlar; adım başı hırsızlık vakası duydum. Dün gece burada çok silah sesi duyduk dedi bazı depremzedeler. İhtara rağmen durmayan hırsızlar için vur emrinin olduğunu söyleyenler oldu. Bu konuyu bir ara kısa mesafe ulaşım ricasıyla arabama binen polislere sordum, ancak tam olarak teyidini alamadım
Osmaniye'de enkaz haline gelmiş binaların arasında yürümeye devam ettim. Bir arabanın üzerine yığılmış kitaplar ve bir çanta dikkatimi çekti. Hemen yakında bir depremzede kadınla konuşmakta olan CHP Genel Başkan Yardımcılarından Özgür Özel'i gördüm, yanaştım, elini sıktım; "Özgür bey burada sizinle karşılaşmak anlamlı oldu, son kez Denizli Buldan'da dükkanımı ziyaretinizde, yokluğum nedeniyle telefonla görüştürmüşlerdi". Özgür bey hatırladı, ayrıca yurt genelinde 20.000 kişiye gönderdiğim yılbaşı mektubumun kendisine de ulaşmış olduğunu öğrendiğime memnun oldum.
Osmaniye'den sonra 7.7 şiddetindeki depremin merkezi PAZARCIK'a hareket ettim. NURDAĞI viyadüğüne ulaştığımda felaketin boyutunu bir başka yönüyle gördüm. Asfaltın bir çok bölümü geniş aralıklarla yarılmış, bazı kısımları tabakalar halinde kat, kat parçalanmıştı. Dev viyadüğün beşik gibi sallandığı ve büyük hasar gördüğü farkediliyordu. Ancak düzgün kısımlarından geçiş verildiği için Pazarcık'a yaklaşmak saatler aldı.
Pamuk linteri ve viskon elyafı işlerimiz için daha önde de bir kaç kez geldiğim Pazarcık yolu üzerinde kilometreler uzunluğunda araç konvoyu vardı. Yarısı yıkılmış bir un fabrikasına yöneldim; görevli bey ile depremde yaşadıkları üzerine sohbet ettik. Sağolsun bana Pazarcık'a daha çabuk ulaşabileceğim, tepe üzerinden büyük kısmı toprak, köy yolunu tarif etti.
Bir köyün girişinde yer alan bina yanındaki alanda yardım merkezi oluşturulduğunu gördüm. Durup bu kalabalığa yaklaştım; erzaklar ahaliye dağıtılıyordu. Binanın merdivenlerinden çıktım ki kapıda bir bey içtenlikle bana "hoşgeldin buyur, gel bir çayımızı iç hele" dedi. İçeri girdim, büyükçe bir odun sobası etrafında oturmuş köyün ahalisi; sıcak çayım geldi.
Herkesin depremde yaşadıklarına dair çok anlatacakları vardı, köyün "Cemevi" idi burası. Pazarcık Belediye zabıta amirliğinden emekli bey "ben burada görevim gereği herkesi tanırım, depremi yalnızca yaşayan bilir" dedi. Oturdukları binanın merdiven kısmı duvarı kırmış, açılan delikten çıkabilmişler ancak binada çok ölen olmuş...
Pazarcık'a girdim yıkılan binaların arasından ürperti ve şaşkınlık içinde ilerledim; yerle bir olmuş, bir kısmı ayakta kalabilmiş ya da ağır hasar görmüş, artçı kuvvetli bir depremle yıkılabilecek binalar...
Kent içinde ilerlerken gördüğüm bir olay bu tarifi olanaksız kederli ortamda, beni gülümsemekten alıkoyamadı; üç, dört yaşlarında bir erkek çocuk soğukta, bazıları ayakta, diğerleri bankın üzerinde oturmakta olan ailesinin önünde neşe ile bir zıplıyor, bir yürüyor kendi kendine oyun çıkarmaya çalışıyordu.
Arabamı durdurdum ve aileye doğru yürüdüm "niye durdum biliyormusunuz, çocuğun neşesi beni sevindirdi, hep böyle neşeli olsun inşallah" dedim. Barış'tı adı, ellerinde kırmızı ambalajıyla iki gofret vardı, annesi seslendi "birini amcaya ver". Dört katlı bir binada oturuyorlarmış, deprem gecesi ilk iki kat tamamen toprağa gömülmüş, zeminle aynı seviyeye gelen üçüncü katta açılan bir duvar yarığından dışarı çıkabilmişler, alt katlardaki ailelerin hepsi ölmüş...
Yolda araba içinde konaklamak zorunda kalabilirim düşüncesiyle yanıma aldığım, battaniye ve bazı giysileri "hepsi tertemizdir size verebilirmiyim" dediğimde memnuniyetle kabul ettiler. Ancak Barış'ın dedesi "bir şartla, biz de size bir şeyler vereceğiz" dedi ve bir plastik küçük kova içinde yumurtaları uzattı. Ben "olmaz bunlara sizin ihtiyacınız var" dediğimde "biz üç gün dışarda kaldık daha dün boş bir çadıra kavuştuk bu yumurtaları ne yapacağız ki, al sana hediyemiz olsun hem köy yumurtası bunlar" dedi. Hayatımda muhtemelen en anlamlı armağandı aldığım; 7.7 ve 7.6 şiddetinde dünyada ender görülen şiddette iki deprem yaşamış Kahraman Maraş Pazarcık'ta...
Gece vakti Kahramanmaraş'a ulaştım. Kentin girişinde yer alan ve yıllardır iş yaptığım Organize Sanayi Bölgesindeki fabrikaların arasında Kızılay tarafından bir hangarda oluşturulan depremzedeler için malzeme ulaşım ve dağıtım merkezindeydim. Deprem bölgesinin her bir yanında tanık olduğum üzere "DEPREM SONRASI DÜZEN" konusunda ülke olarak öğreneceğimiz o kadar çok şey var ki...
Belki yardım malzemesi toplamak, sevk etmek kolay olabilir, asıl maharet bunların deprem mahallinde ayrıştırılması ve depremzedelere ulaştırılması. Bu konuda tanık olduğum "keşmekeş" görüntüler, depremler ülkesi memleketimizin hemen hemen hiçbir konuya hazırlıklı olmadığı yönündeydi.
Maraş'ta on yıldan fazladır tanıdığım iş yaptığım tekstil mühendisi "üstad" Mehmet Ali bey ile görüştüm. Deprem sonrası dört gün araba içinde konaklamışlar ailecek. Isınmak için arabayı çalıştırmak zorunda oldukları için yakıt sıkıntısı çekmişler. Fabrikalarda hasar varmı diye sorduğumda; olmazmı, depremin şiddetiyle makinalar yerlerinden beş, on metre kaymış; bu fabrikaların tekrar üretime geçmeleri için en az üç ay gerekir, diyor...
Gaziantep'e gece geç vakit ulaştım. Kentin girişindeki iki büyük otel depremzedeler için barınma merkezi haline dönüştürülmüş; yüzlerce insan. Sabahtan beri deprem yörelerini dolaşıyorum, burada yiyecek birşeyler bulurum diye içeri girdim. Görevliler kumanya saatinin bittiğini, kalanların Organize Sanayi Bölgesindeki çadır kente gönderilmekte olduğunu söylediler. Aç kaldım diye düşünürken konuşmaya tanık olan yöneticilerden "Alperen bey" in müdahalesi ile karşılaştım. "Ben yemek kazanlarının yüklendiği kamyonetten size bir şeyler ayarlarım, bekleyin" dedi. Strafor kabın içinde gelen çorba ve makarna hayatımdaki en lezzetli yemeklerden oldu; minnettarım Alperen bey...
Antep'in merkezi, tarihi kente ulaştığımda gördüğüm "Antep Kalesi"nin hali beni bu kez başka türlü üzdü. Roma döneminde yapılmış, yüzlerce yıldır ayakta olan bu kalenin duvarları çeşitli yerlerinden yıkılmış, taşlar aşağıda yer alan çarşıya kadar ulaşmıştı. Uzun, uzun çevrede dolaştım, kaleye ve yuvarlanmış, kırılmış kale duvarının taşlarına baktım, bazı taşlara ellerimle dokundum; yüzyıllar önce bu taşları kalenin duvarlarına yerleştiren ustaları düşündüm, andım...
NURDAĞI, önceki adıyla Gavurdağı'na eski yoldan ulaştığımda sabaha karşı saat iki idi. Karanlıklar içindeki yıkık, dökük kentte, aydınlatılmış enkazlar üzerinde iş makinaları ile çalışanlar göze çarpıyordu. Bunlardan birine yakın durdum ve çalışmalar için çevrelenmiş kısma girdim.
Nurdağı Oteli ve iki ayrı bina imiş burada yıkılan. Enkaz yığınındaki molozların en büyüğü neredeyse "bir avuç içi" büyüklüğündeydi. Yakılan ateşin yanında oturmuş, sırtında siyah bir battaniye ile bitkin ancak aralıksız çalışmalara bakan bir bayan dikkatimi çekti. Görevlilerden birine ki, Soma'dan getirilmiş madenci imiş, sordum oturan bayanı. "Ben buraya geleli üç gün oldu, bir an bile ayrılmadı, akrabası varmış enkaz altında, bekliyor" dedi.
Nurdağı, Gaziantep; sabaha karşı ayazda bir ara oturduğu yerden kalkan bayanı farkettim ve yanına gittim. Bu binadamı oturuyordunuz dedim, "yok hayır Eskişehir'den geldim, burada abim vardı" dedi. Sırf ilgi göstermek için, öğrencimisiniz dedim, "hayır bitirdim okulu, buraya abim için geldim" dedi. Arabada kaban, kasket ver istermisiniz, dedim. Teşekkür ederim berem var şurada dedi, belli ki kederden soğuğu bile zor hissediyordu. Omuzunu tuttum, ona bakarak "eee sabredeceğiz, bekleyeceğiz" dedim, işte o zaman "belli bir müddet sonra, çok yakında" ağabeyi hakkında gerçeğini öğreneceği öngörüsüyle ağlamaya başladı...
Bir süre daha Nurdağı'nda kaldım, çalışmaları izledim, dinlenen görevliler, iş makinası operatörleri ile konuştum. İçlerinde daha önceki depremlerde görev yapmış olanlar vardı. Bu kadar süre geçtikten sonra amacın çoğunlukla cesetleri tek parça olarak çıkarabilmek olduğunu söylediler...
DEPREM ŞEHİRLERİNDE ŞAHSEN ÜÇ ÖNEMLİ SONUCA ULAŞTIM;
1) Pazarcık 7.7 ve 7.6 şiddetinde iki ve ilki yerin sadece 7 Km altında gerçekleşen depremin merkezi idi. Buna rağmen ayakta kalan binalar vardı. "Mimarım Cengiz Bektaş" fay hattı üzerine bile bina yapılır, ancak gereken tekniklere uygun olarak, demişti bir sohbetimizde.
Ülkemizde bulunan sanayi sektörlerinden ne yazık ki, başta müteaahitlerin çoğunluğu olmak üzere, nitelik seviyesinin en düşük olduğu sektör "İnşaat Sektörü".
2) TÜRKİYE'DEKİ İNŞAAT SEKTÖRÜ, MÜTEAAHİT ve UYGULAMACILARIN BÜYÜK ÇOĞUNLUĞU HAKKINDA BİLGİ SAHİBİYİZ, TAMAM; ANCAK SİYASİ KAYGILARLA HER SEÇİM DÖNEMİ "İMAR AFFI", "İMAR BARIŞI" OLARAK ADLANDIRILAN ve DEVLET ELİYLE OLUŞTURULAN UYGULAMALAR NEDİR; 20. YÜZYIL TÜRKİYE'SİNDE BU KONUYU ANLAMAK MÜMKÜN DEĞİL!
3)KAVİMLER KÖPRÜSÜ ANADOLU ve BU TOPRAKLAR nice medeniyetleri barındırmış. İşte o medeniyetler böyle depremlerle büyük yıkımlara uğramış, yer değiştirmek zorunda kalmış, zayıflamışlar, hatta bu nedenle saldırılara uğramışlar, işgal olmuşlar ve bir çoğu yok olmuş...
ŞİMDİ TÜRKİYE, MARMARA DEPREMİNDEN KAT BE KAT DAHA BÜYÜK OLAN BU DEPREM İLE BİR SINAV DAHA VERECEK; CUMHURİYET TARİHİMİZİN EN BÜYÜK SINAVLARINDAN BİRİ BU! İŞTE BU SINAV ANCAK "NİTELİK" İLE, ÜLKEMİZ BU ZOR GÜNLERİ ANCAK "NİTELİKLİ İNSANLAR ve YÖNETİCİLER, YÖNETİME TALİP OLACAKLAR" İLE AŞABİLİR!
TÜRKİYE YAKIN GELECEKTE TOPLUMSAL ve EKONOMİK AÇILARDAN BÜYÜK BİR AÇMAZ ve DARBOĞAZ İÇİNE GİRECEKTİR! İŞTE BU NEDENLE "DÜRÜST, GEÇMİŞİNDE BAŞARI HİKAYESİ OLAN, KİŞİSEL DEĞİL, YALNIZCA ÜLKESİ ve İNSANLIK ÇIKARLARINI DÜŞÜNEN" HER KESİMDEN YURTTAŞA BÜYÜK GÖREVLER DÜŞMEKTEDİR. İŞTE ŞİMDİ, BÖYLE NİTELİKLİ YURTTAŞLARIN ELLERİNİ TAŞIN ALTINA KOYMASI GEREKEN BİR SÜREÇ BAŞLAMIŞTIR!
İnşallah.