Geçen sayıdan devam…
İlkokulu bitiren küçük Habip tezgahın başına geçer. Dokumacılığa başlar. Babası Gök Mehmet çok uzun yıllar askerlik yaptığından evlerin içinde ve kapalı alanlarda fazla duramaz. Her fırsatta kendini açık alanlara atardı. Günlerini Sarıçalı’daki Seyrekler Deresi’nde bulunan küçücük üzüm bağında ve İçme Deresi’ndeki eşine ait bahçede ve buraya yakın Topulaklı adlı bahçede geçirdiğinden ailenin geçim sorumluluğu çok erken yaşta Habip’in sorumluluğuna geçer. Bu sorumluluk yirmi sekiz yaşına kadar devam eder. Bu arada evlenmiştir. Ekonomisini babasından ayırmak istediğinde ise babası ödünç olarak bile dört top iplik vermekten kaçınır: “Sen genç adamsın çalışır kazanırsın” der.
Askerliğini Çivril Askerlik Şubesinde yapar. İkinci Dünya Savaşı çıktığında ise tekrar askere alınır ve Gelibolu’ya gider. Kendi askerliğinde ilginç olaylar fazla olmadığından genellikle babasının askerlik anılarını anlatmayı tercih ederdi.
Seyreklerden olan ilk eşini kaybedince yeniden bu kez yukarı bucaktan yapıcı ustası Çolakoğlu İbrahim’in kızı Naile Hanımla evlenir. İlk evliliğinden Bilal, sonraki evliliğinden Zehra, Mehmet, Celal ve Sadık olur.
Çok çalışkan ve tutumludur. Orta yaşa doğru birikimleri ile İplikçi dükkanı açar. Artık ağadır. Ama ağalığın hakkını vererek gerçek ağadır. Fakir fukarayı kollar, gözetir. “Ağalık vermekle” sözünü dilinden düşürmez. Kendine özgü bir yaşam felsefesi vardır. “Oğlum Mehmet , paranın iyisi eşle dostla yenilip içilendir” der. “ Baba paranın kötüsü de mi oluyor” diye sorduğunda ise
-Bak oğlum paranın kötüsü doktora gider, ilaca gider, benzeri harcamalara gider diye yanıt verir.
Arkadaşlığa çok önem verir. Arkadaşlarını çok severdi. “Bir arkadaşın insana ya kârı olmalı ya da zararı olmalı, yararsız zararsız arkadaşlığın ne önemi var” sözü ünlüydü. Arkadaşlarıyla sık sık yemeğe, toplantılara gider. Arifane karşılanan masrafları o paylaştırır, kimseye hak geçirmezdi. Kuzu ya da oğlak çevrilecekse önce kendisi bir kuzu alır. Sonrakileri de arkadaşlarının durumuna göre sıraya koyardı.
Yine bir gün arkadaşlarından birinin bağına kuzu çevirmeye gideceklerdir. Arkadaşları toplanırlar ancak Hebbağa yoktur. Kahvede biraz beklerler ama Hebbağa gelmez. Meğer o gün evde ekmek edilecektir. Eşi sabah bir tekne hamur yoğurur. Ancak nasılsa yardımcı kadının işi çıkar ve gelemez. Komşulardan hiç biri de tesadüfen o anda müsait değildir. Bir tekne hamura yazık olacaktır. İster istemez sacın başına geçer ve yufkaları pişirmeye başlar. Bu sırada arkadaşları merak ederek eve gelirler. Şimdiki gibi telefonlar yoktur. Bir de ne görsünler koskoca Hebbağa ekmek ediyor.
Hebbağa derdini anlatmaya çalışır ama arkadaşları anlamaya yanaşmaz. Öncelikle bir sonraki toplantı için besili bir kuzu alma cezası verilir. Ancak bununla kurtulamaz. O yemeğe Buldan’ın öne gelenlerinin hemen hepsi çağrılır ve gizlice Denizli matbaasında bastırıp düzenledikleri bir “KILIBIKLIK DİPLOMASI”nı törenle verirler. Arkadaşlarının bu tür şakalarına hiç kızmaz; anlayışla karşılardı. Dükkanının önünde dikilirken yoldan geçenler: “Hebbağa, çek göbeğini de geçelim” derler. Bunlara asla kızmaz, kah kah kah diye gülerdi,
Buldan’ın sayılı şişmanlarındandı. Belki de çocukluğunda çektiği açlık ve sıkıntılar nedeniyle yemeye aşırı düşkündü. Bir gün pazardan iki kilo bal alır eve getirir. Ertesi gün eşi Naile Hanım : “Habip bal aldım diyordun, göremedim nerde o“ der. Hebbağa : “Ben onu girip çıkarken yiyiverdim, çanağını da yıkadım” der.
Yine bir gün bir mevlide gider. Mevlitte şerbet dağıtılmaktadır. Kendi şerbetini içtikten sonra konuklardan biri .”Bende şeker var, benimkini Hebbaa’ya ver” der. Onu da içer. Bunu gören başkaları da kendinin şerbetini Hebbağa’ya havale ederler. Hiçbirini geri çevirmez. Sayı dokuza ulaştığında konuklar arasında bulunan Doktor Abdullah Bey: “Hebbağa bundan fazlasını tıp adına men ediyorum” der. Doktorun bu yasağına uyar ama bıraksalar daha içecektir.
Aşırı kilolu olmasına karşın çok çevikti. Eve gelirken doğru yoldan gelmek yerine bahçe duvarından atlamayı tercih ederdi.
Sesi çok gür ve güzeldi. Duygularını türkülerle anlatmayı tercih ederdi. Eğer eşiyle arası iyiyse neşeli türküler söylerdi. Özellikle : “Elin gönlü dünya dolu mal ilen; benim gönlüm top zülüflü yar ilen” türküsü söylenirdi. Ancak araları biraz limoni ise : “Yukarı bucaktan hurdan uçtanımızsın; Ben seni dost sandım da düşmanımışsın” şarkısı söylenirdi.
Devam edecek…