Kimileri zeybekler için “Eski bir halkın kalıntısıdır.” dedi. Kimileri: “Selçuklularının kurduğu bir örgüttür.” Dedi. Kimileri “Osmanlıydı.” ; kimileri “korsandı” dedi ama bize sorarsanız zeybekler Ege’nin temeli. Zeybek, asilliğin düşmana başkaldıranın, ezilmeyi kabullenmemenin, yiğitliğin sembolüdür. Dans değil yaşam stilidir.
Zeybekler (efeler) Selçuklu devleti zamanında Batı Anadolu’da sınırlara yerleştirilen göçebe Türkler arasından oluşturulan hafif silahlı askerlerdi. Bunlar hem sınırları korurlar hem de yeni yerleri almak için akıncılıkta kullanılırlardı. Bunların ortaya çıkmasındaki en büyük neden Uç beyleridir. Osmanlılar zamanında ise zeybeklerin durumu daha değişik görüntüdedir.
Cumhuriyetin ilanından sonra zeybeklik, sürecini tamamlayarak tarihe karışmıştır. Bugün için folklorik giysileri, türkü ve oyunları ile yalnızca tarihi bir hatıra ve semboldürler. Kimilerinin söylediği gibi zeybeklik; eşkıyalık ve çapulcuk ta değildir. Zeybeklik Batı Anadolu halkımızın öz yapısını mertliğini yardımseverliğini ve gurur veren yönlerini ortaya koyan toplumsal bir kurumdur. Kuşkusuz tarihte zeybek kılığında dağlarda dolaşmış eşkıyalar (Çalıkakıcılar) görülmüştür. Ancak onlar hiçbir zaman bu tarihi toplumsal kurumun yapısını kirletecek çoğunlukta ve güçte olmamıştır. Üstelik gerçek zeybekler tarafından yok edilmişlerdir. Bu nedenle efeler (zeybekler) günümüzde olmamasına karşın hatıraları şimdi de halkımızın arasında yaşamaktadır. Zeybekler yüksek dağların yaylalarında yaşayan zalimlere karşı yaman acizleri koruyan, cesur ve mert insanlardı.
Cumhuriyetin ilanından sonra Atatürk'ün Cumhurbaşkanı olarak oturduğu binanın çevresinin koruması işini Atatürk; Ege’nin efeleri ile Karadeniz uşağı insanlardan oluşan bir silahlı birliğe görevlendirmiştir.
Avşar yörüklerinin Karaca boyundan Hacı Hüseyin ağa elinde çakısı, ilerideki göçükten kestiği iki karış uzunluktaki kamışın bazı yerlerine delikler açıyor kaval yapmaya çalışıyor. Bu kavalı on adım ileride oğlakların içinde dolaşan, oğlakları yere yıkmaya çalışan dört yaşlarında en küçük oğlu Mehmet için hazırlıyor. Bir taraftan da gönlünden şunları geçiriyor “Ey yüce yaradanım! İlk hanımım ihtiyarladı çoluk çocuk büyüdü nasip ettiğin ikinci evlilikten de Mehmet’imi verdin. Nasip olurda Mehmet’in büyüdüğü günleri görür müyüm?” bu düşünceler içindeyken gözü Akçam gediğindeki (Çatak gediğindeki) Çatal Çam’a ilişti.
Aydın Dağları’nın tepelerinden bu bölgeye ilk geldiklerinde Çatal Çamın yanından ilk kez görmüştü Buldan’ı. Büyükleri sıkça bahsederdi çok merak ederdi. Buldan’ı görünce yüreği hızla çarpmış heyecanlanmıştı. Mahiyetindekilere biraz soluklanmak için yükleri indirmelerini söylemiş, kendisi de Çatal Çam’ın dibine askerce oturmuştu. Buldan’a uzun uzun bakmıştı. Bu bakış belki buralar benim Yurtluğum olacak der gibiydi. Aile çevresinden kimisi Mestan yöresine, kimisi Bostanyeri yöresine, kimisi Çatak köyüne, kimisi Armutlugedik yöresine, Muratdağı tarafına, kimisi Bereketli köyüne (Alaşaehir-Sarıgöl arası) kimisi Taşoluk bölgesine dağılmıştı. Kendileri yurt olarak Buldan’ın batısında Karapınar yöresini seçmişti.
Hüseyin Ağa’nın üç oğlu bir kızı vardır. Kızı Mastan’a gelin gider, kocası ölünce Kuruoluk’a kocaya varır. Oğlanlarından Ahme,t Armutlugediğe yerleşir. Mehmet yanında kalır. Diğer oğlu Halil, Çatak köyüne yerleşir. Hüseyin Ağa Buldan’da yoğurt, peynir, tereyağı ve hayvanlarını satarak geçimini sağlarmış. Buldan halkı ile sıcak dostluklar kurarak dostluk çevresini geliştirmiş. Hacca gitmeye niyetlenmiş, para biriktirmiş, ama eşkıyalar çadırını basak parasını almışlar. Niyetini değiştirmemiş. Tekrar para biriktirmiş, hac zamanı yaklaşınca parasının yetmeyeceğini düşünmüş. Sürüsünden dokuz koyun daha satarsa para kafi gelecekmiş. Kasaplara satılık koyunu olduğunu haber salmış Buldan’dan bir kasap çobanı ile çıka gelmiş. Sürüden dokuz koyun seçilmiş, koyunlar ayrılarak ilerideki armut ağacı altına sürülmüş, pazarlık yapılmış, parası verilmiş. Kasap koyunları şehre sürmeden, çobanına koyunları saymasını söylemiş. Çoban on koyun saymış. Kasap, Hüseyin Ağa’ya bir koyun parası daha vermiş. Kasap çobanına bir daha dikkatli say demiş. Çoban saymış onbir koyun demiş. Kasap bir de kendisi saymış. Onbir koyun sayınca bir koyun parası daha vermiş, aklı karışmış. Ama kendini toparlamış, çobanına hemen koyunları şehre sürmesini söylemiş. Kendi kendine şöyle dermiş.” Bu işte bir keramet var paramızın bereketinin hepsini burda bırakmayalım.”
Hüseyin ağa öldükten sonra Karacaoğlu Mehmet Vakıf bölgesi ile Geleylitepe arasındaki Karapınar bölgesine Buldanlılardan arazi satın alarak yerleşmiş. Topraktan ev yapmış, yerleşik düzene geçmiş. Karacaoğlu Mehmet’in iki hanımı varmış. İlk hanımından dört oğlan dört kızı vardır. Oğlanlarından üçü savaşlarda şehit olmuştur. Bekir adındaki oğlu Buldan Tekke bölgesine, Çanakçı’ya yerleşmiştir. Buldan’daki Mendilci ve Duru soyadındaki aileler Bekirin (Molla Bekirler) torunlarıdır. Buldan’daki Kararca, Erkaraca, Karacaoğlu soyadlı aileler , Karacaoğlu Mehmet’in torunlarıdır. Kızlarından birisi Buharken Kızıldere köyündeki Hacı Hüseyin Sarı’nın hanımıdır. İkici hanımını aldığında, hanımının ilk eşinden Bekir adında taygeldi bir oğlu gelmiştir. Sonra ikinci hanımından kendi adını verdiği Mehmet adında bir oğlu doğmuştur. Gözleri çakır olduğu için Çakır Mehmet diye çağırılırmış.
Karacaoğlu Mehmet aAğa’nın 600 keçilik bir sürüsü varmış. Çok hayırsever imiş. Kurban Bayramında Buldan’daki yoksullara dinimizin emir ettiği kırkta bir hesaptan, en semiz keçileri dağıtırmış. Buldan’a Cuma Namazı için gideceği zaman önceden hazırladığı çıraları dilimler, şehre girişten camiye varıncaya kadar fakir fukara, öksüz yetim ve ihtiyarlara dağıtır, onların hayır duasını alırmış. O zamanlar elektrik olmadığı için çıralar geceleri aydınlatmada ve ocak odunu tutuşturmada kullanılırdı. Karaca yörükleri bölgede 1800’lü yılların başlarında yerleşik düzene geçmişlerdi.
Çakır Mehmet anasının küçük oğlu, babasının en küçük çocuğu, abi ve ablalarından en az 15 yaş küçük olduğundan şımarık büyümüş, bir dediği iki edilmemiş. Sütün kaymağı ona yedirilmiş, en taze yoğurtlardan bol bol kaşıklamış, şehirden getirilen şehir ekmeği ona yedirilmiş. Bol oksijenli çam havası içinde bol çeşitli meyveler içinde serbest büyüyen Çakır Mehmet, abileri ile görüşmekte, çam ağaçlarının tepelerine çıkmakta, vücutça da gelişmekte gözü kara bir delikanlı olmakta . Bu durum Karacaoğlu Mehmet’in hoşuna gitmemekte , kimseye de bir şey diyememekte. Dostlarına dert yanarmış ‘’ Bu oğlan bizden değil mi acaba?’’ Haklıdır da. Zira onun büyüğü evlatları ağır başlı ,söz dinleyen, şehirde medrese eğitimi almış, saygıda kusursuz gençler imiş. Karacaoğlu Mehmet Ağa biraz da kendi çocukluğunu düşünmüş. Kendisi de evin en küçüğü imiş. Şımarık büyümüş ele avuca sığmazmış. Biraz gülümseyince kendi kendine şöyle demiş‘’ Dama çıkan keçinin çama çıkan oğlağı olur’’
1895 li yıllar… Çakır Mehmet gözü kara, iri yapılı, kaytan bıyıklı, atılgan, saldırgan bir yiğittir. Sanki doğuştan efedir. Dağlarda akranı olan veya daha büyük yaştaki çobanları bilek güreşinde yenmekte, çam ağaçlarına kırk adımdan bıçak atarak vurmakta namı çevreye yayılmakta imiş. Anacığı koyun yününden yatak hazırlamasına rağmen kışın kara toprakta yazın çam ağaçlarının tepelerinde yatarmış. Kışın kar yağdı mı göğsünün kılları üzerine bir karış kar yığılır, bir oturuşta yarım oğlak, ondan fazla yufka yermiş. Ağalarının en büyüğü bu yıllarda Trablusgarp cephesine sevk edilmiş geri dönmemiş.
Avşar yörükleri, Karacaoğlu boyundan aileler Buldan Karapınar yöresine yerleşince, Karapınar ve çevresinde bağı bahçesi, tarlası olan Buldanlılar tedirgin olmuşlar, mallarının mülklerinin zarar göreceği endişesine kapılmışlar. Haklıdırlar. O zamana kadar arazileri istedikleri gibi ekmişler, vergilerini vermişler, arazilerine zarar verenleri devlet eliyle etkisiz kılmışlar. Yeni yerleşen yörükler de yüzlerce keçi, az da olsa koyun ve sığır ile ister istemez zarar vermeye başlamışlar. Özellikle bölgede geniş araziler elde eden Molla Ahmetler, Hacı Bekirler, Menemenler, Allar aileleri ve diğer aileler ile kavgalar başlamış. Bu aileler şehirde nüfuzlu oldukları için kaymakam, zaptiye, kadı ve ulemaya şikayette bulunarak yörükler üzerinde baskı kurmuş, bu bölgeden attırmaya çalışıyormuş.
Yörükler de yerleşik düzene geçince çevreleri ve devlet adamları ile iyi ilişkiler kurarak bu baskıları kırmaya çalışmışlar. Gerek Hacı Hüseyin Ağa, gerekse oğlu Karacaoğlu Mehmet Ağa şehirdeki nüfuzlu aileler ve devlet adamları ile iyi ilişkiler kurmuşlar, hatırlı birer yörük imiş. Çevrelerindeki Buldanlı aileler ise ne yapıp edip yörükleri oralardan kovmak niyetinde olduklarından her fırsatta saldırgan tutum izlemişler. Bu durum yörük insanını üzüyormuş. Aile büyükleri sürekli durum değerlendirmesi yapıyormuş Yörükler hayvanlarını nereye otlatmaya götürürlerse karşılarına bir şehirli çıkmakta, ‘’Şu tepedan şu tepeye benim, hayvanlarınızı buraya sokmayın” demekte; dar alanlarda hayvanlarını otlatmak için mücadele veriyorlarmış.
Çakır Mehmet her ne kadar deli dolu da olsa büyüklerinin yanında sessizliğini korumakta, olayları takip etmekte, büyüklerin düşüncelerine saygı göstermekte ama bu baskıları gururuna, insanlığına, delikanlılığına yedirememekte imiş. Büyüklerin yaşadığı zor anlar onu üzmekte, kendine göre planlar kurarak çıkış yolları aramaktadır. Babası ihtiyarlamış, gün görmüş evlatlarına sabrı tavsiye etmektedir. Babasının bir arkadaşının şöyle dediğini hatırlamış.
“Kalmadı bu tende takat kısmet araya aray senin neyine lazım gezmek Semerkant ile Buharaya, bana kısmet ise gelir kendi, araya araya.”
Günlerden bir Cumartesi çobanlar keçileri sürmüşler. Armutlugedik’ten yukarılara, Kuyulutepe taraflarına hayvanlarını otlatmaktadırlar. Kocaman Kuyulu Dağı’nı sahiplenen Molla Ahmet tepeden çobanlara bağırmakta, tehditler savurmakta, arazisinden çıkmalarını istemektedir. Bu durumu gören Çakır Mehmet, elinde kaması öyle bir fırlar ki ok gibi, varır Molla Ahmet’in yanına , tutar çam ağacına bağlar. Çakır Mehmet’in ağası Hüseyin de bir olay işlenmesin diye peşinden koşar. Çakır Mehmet, Molla Ahmet’in çevresine çam pürülerini yığar, ateşler. Molla Ahmet yalvarır, özür diler, sözler verir. Ancak Çakır Mehmet çeker gider, ileriye oturur, seyreder. Ağası Hüseyin ateşi söndürür. Çakır Mehmet’in amacı göz dağı vermektir. Molla Ahmet amca, Çakır Mehmet’in yanına varınca, zaptiyeye gitmemesi, olayı kimseye anlatmayacağı, gelen çobanlara bağırmayacağına söz verir.
Molla Ahmet amca ertesi gün Paşalıların Kahvehanesi’ne gelir, çay söyler. Çayı yarıya gelince ayağa kalkar, bağırmaya başlar “KARNIMDA BİŞEYLER VAR, KARNIMDA BİŞEYLER VAR”. Doğru tuvalete koşar , bu olay beş on kez tekrarlanır, masadaki arkadaşları ne olduğunu bir türlü söyletemezler.
Bir Pazar günü çobanlar hayvanları Gevenni’de otlatıyorken, Menemen amca ormanından çıkmaları için bağırıyor, tehditler savuruyormuş. Bir gün önce Çakır Mehmet sabahleyin sürüyü otlatmaya kendisinin gideceğini söylemiş. Keçi sürüsünü doğruca Menemen’in tarlanın içine sürmüş. Menemen amca evinden çıkarak yukarılara doğru bağıra çağıra çıkıyor, keçileri ormana sürüyor, tam ormana yakın bir yere geldiğinde , çam ağacının ardına saklanan Çakır Mehmet ,Menemen amcanın önüne dikiliverir. Menemen amca afallar, korkar, kendini toparlar, başlar övücü sözler söylemeye “Oğlum Memedim senmiydin , ben keçiler zarar vermesin diye çıkarmaya geldim”. Çakır Mehmet adama öyle bir bakar ki adamcağız korkmuştur. Çakır Mehmet, Menemen amcaya şöyle der “Keçileri akşama kadar güdeceksin, tam sayı akşama çadıra getireceksin”. Menemen amca denilenleri yapar, bir daha çobanlara söz söylemez.
Bugün Karapınar, Gevenni, Cemet, Vakıf bölgesindeki araziler o zaman bölgeye yerleşen yörüklerin torunlarındadır.
Devam edecek…